Kategori arşivi: Yakala & Bırak

Yakala & Bırak Gelecektir

Çok şükür ki Türkiye’nin 4 bir yanındaki göl, baraj ve kanalların bir çoğunda turna mevcut. Şu yakışıklı, agresif, güzel renkli balık sayesinde denize kıyısı olmayan şehirlerimizde yaşan insanlarımız da spin avcılığının zevkini doyasıya yaşayabiliyor. Turna sezonunun açılmasına sayılı günler kalmışken (1 Nisan) sizlerden bir ricada bulunacağım. Ne olur bu balıkları alıkoymayalım. Her zaman bu zevki yaşamak, daha büyüklerini, devlerini yakalamak, sportif balıkçılıkta zevkin doruklarına varmak istiyorsak yakaladığımız turnaları fotoğrafladıktan sonra incitmeden suya geri salalım. Kaçak ağcılarla birlikte savaşalım. Ticari avcılığın yasak olduğu sularda ağ gördüğümüz zaman küfür edip geçmek yerine 156 Jandarmayı arayıp görevlerini yapmalarına yardımcı ve ısrarcı olalım. Bu sular bizim. Bu balıklar, bu zevk bizim. “Catch & Release is the future”. Yani, Yakala & Bırak gelecektir. Gelişmiş ülkelerde yaşayan hobidaşlarımız bu mantığı benimseyeli yıllar oldu. Biz ne bekliyoruz?

Yakala & Bırak

Uzun süredir amatör olarak balık tutup da hayatında hiç balık salmamış olan yoktur diye tahmin ediyorum. En az balık salan bile bir kaç ufak balığı incitmeden suya iade etmiştir. Eskiden olsa bu kadar emin konuşmazdım ama son yıllarda birlikte avlandığım balıkçılar ve sosyal paylaşım platformlarında paylaşımda bulunan balık tutkunlarından edindiğim izlenim her geçen gün biraz daha bilinçlendiğimiz yönünde. Ne mutlu bize ki artık yavaş yavaş asıl amacımızın keyif için balık tutmak olduğunun farkına varıp avladığımız balıkların tamamını et olarak görmekten uzaklaşıyoruz. Saldığımız balık ufacık bir izmarit bile olsa bize yaşattığı duygu tarif edilemez. Bir canlının canını bağışlamanın hazzı, tavada pişirip yemenin hazzından katbekat büyüktür. Vatoz ve köpek balıklarını saymazsam henüz dev bir balığı salmanın hazzını tatmamış olsam da yeni sezonda asla alıkoymayacağım türler listesinde en sık avladığım balık olan turna da var. Boyutuna bakmaksızın yakaladığım bütün turnaları zarar vermeden salmak için kanca çıkartma aparatları ve balık yatağı edinmek dahil gerekli tüm önlemleri almayı planlıyorum.

Olta balıkçılığı taze balık tüketmek için önemli bir araç olsa da uzun ömürlü ve sportif avcılık yönünden değerli olan bazı balık türleri hiç bir zaman besin kaynağı olarak görülmemelidir. Ülkemiz iç sularında yaşayan sazan ve turna balıkları bu türlere örnek olarak verilebilir. Hepimizin hayalini kurduğu 100 cm üzeri bir turna ve 15 kg üzeri bir sazanın yetişmesi için en az 20 yıl geçmesi gerekir. Kendi hayatınızı gözünüzün önüne getirip düşündüğünüzde 20 yılın çok uzun bir zaman dilimi olduğunu göreceksiniz. Bu türleri salmanın verdiği hazzın yanında hayalini kurduğumuz balıklara ulaşabilmemiz için sağlayacağı fayda da ortada.

Önemli bir konunun farkına varmamız gerekir. Olta balıkçılığı gibi büyük tutkulardan olan zıpkın ve kara avcılığına gönül verenlerin, tutkularının kaynağı olan av hayvanlarını avladıktan sonra canlarını bağışlamak gibi bir lüksleri yok. Olta balıkçıları olarak bizlerin ise sahip olduğumuz kaynaklara zarar vermeden dilediğimizce avlanma şansımız var. Ama maalesef bu şansımızın çok fazla farkında değiliz. Bu bilinç er ya da geç bizim ülkemizde de oluşacak. Herkesin balık yatağı kullandığı, yakaladığı devasa balıklarla birbirinden güzel fotoğraflar çektirdikten sonra suya iade ettiği günler gelecek. O günleri hem kendimiz yaşamak hem de çocuklarımıza yaşatmak istiyorsak yakala & bırak mantığını bir an önce benimsemeliyiz. Biz benimsersek bizden örnek alacak olan çocuklarımız zaten benimseyecektir. Size küçük bir tüyo vereyim. Balığı salarken kulağına “büyü de gel” diye fısıldayın. Büyüyüp tekrar geldiğini göreceksiniz.

Sportif Balıkçılık Ruhu

Geçtiğimiz günlerde Hollanda’da bulunan St. Lawrence nehrinde 2 gün arayla farklı balıkçılar tarafından 2 potansiyel dünya rekoru turna yakalandıktan sonra incitmeden geri salınmış. Geri salınan 130 ve 132 cm’lik turnaların yaklaşık ağırlığı 25’er kiloymuş. Geri salınan bir dünya rekoru demek dünya rekorunun her geçen gün biraz daha gelişmesi demek. Aynı şey kişisel rekorlar için de geçerli. Bugün saldığımız hayatımızın en büyük balığı gelecek sene yeni kişisel rekorumuz olabilir. Turna ve sazan gibi uzun ömürlü ve yavaş büyüyen balıkları lütfen alıkoymayalım. Avdan eve bir şeyler götürmek istiyorsak bu pekala güzel çekilmiş bir kaç fotoğraf veya video kaydı olabilir…

http://www.outdoorhub.com/news/two-new-potential-world-record-muskie-caught-released/

Yakala & Bırak Kültürü Üzerine…

1 Haziran 2013’te yakaladığım 102 cm’lik bu turna kıyıdan yakaladığım balıklar arasında beni en fazla zorlayan balık oldu. 15 dakika süren heyecan dolu mücadelenin sonunda hayallerimin turnasına kavuşmanın verdiği mutluluğu tarif etmekte yetersiz kalıyorum. Bu dev balıkla birbirinden güzel fotoğraflar çektirdikten sonra geri saldım demeyi çok isterdim ama maalesef o gün tek düşündüğüm şey balığı elimden kaçırmamak için solungaçlarına sımsıkı yapışmaktı. Bir turnanın bu boyutlara ulaşması için 20 yıl gibi çok uzun bir zaman geçmesi gerekiyor. Her gün yüzlerce insanın olta attığı ufacık bir barajda yakaladığımız balıkları alıkoyduğumuz taktirde bu boyutlarda turnaların yetişmesi neredeyse imkansız. Bunu geç de olsa anladığım için çok mutluyum. Yıllarca hayalini kurduktan sonra yaşadığım şehirden 1000 km uzaktaki bir barajda yakalayabildiğim bu boydaki turnalardan çocuklarımıza da miras bırakabilmek için bundan sonra hiç bir turnayı alıkoymaya karar verdim. Bunu tek başımıza başaramayacağımız ortada. El ele verip bu bilinci, bu kültürü yaymalıyız arkadaşlar. Yeni sezonda birbirinden güzel trofe turnalar yakalayıp, incitmeden geri salmanız dileğiyle…


Dağdan İndim Denize – Final

Günlerdir süren, kimi zaman fırtına şiddetinde esen keşişleme balığı dağıttığı yetmiyormuş gibi, av keyfini de tamamen öldürmüştü. Sırf bu yüzden son iki gün sabah suyuna dahi kalkmamıştım. Hava tahmin sitelerinde rüzgarın döneceğim günün öncesinde geceden duracağı görülüyordu. Bu benim güzel bir kapanış yapmam için son fırsatım olabilirdi.

Bodrum’da avlanmaya başladığım 2010 yılından bu yana tuttuğum balıkların tamamına yakınını aynı avlaktan almıştım. İlk zamanlar alternatif avlaklar keşfetme konusunda bir hayli hevesliydim. Zamanla denediğim diğer avlaklardan verim alamayıp, tek bir noktadan üst üste güzel balıklar alınca, ben de bu noktada ısrarcı davranmaya başlamıştım. Burası beni ne vezir, ne de rezil ediyordu. Her yazımda bahsettiğim gibi bu avlakta avlandığım ilk gün güzel avlar yapıyor, ertesi günler ise kaydadeğer bir av yapamıyordum. Her ne kadar bu durumu kendimce ilk günün laneti diye adlandırdıysam da, bunun mantıklı bir açıklaması olması gerektiğini biliyordum. Bu kadar belirgin bir durum tesadüfle açıklanamazdı. Belki avlağa yerleşik balıklar ilk günden sonra sahte balığın bir tuzak olduğunu ayırt ediyorlar, ve bunu sonraki günlerde de hatırlıyorlardı. Aklıma en yatkın gelen ihtimal buydu. Buradan hareket ederek kendimce avlağı dinlendirmem gerektiği sonucuna varmıştım. Bunun için alternatif avlak olarak da yakınlardaki bir sitenin küçük mendireğini seçtim. Aslında burayı önceki yıllardan gözüme kestirmiştim, ancak o zamanlar plaja site sakinleri haricindekiler sokulmadığı için buradan avlanmam mümkün olmamıştı. Bu gittiğimde ise site sahiline girişin çevredeki komşu site sakinlerinin şikayetleri üzerine açıldığını öğrenip bu avlağı denemeye karar kıldım. Nitekim, bu yaz sonunda internetten görüştüğüm balık tutkunu arkadaşlarımdan biri burada oldukça güzel avlar yapmıştı. Ne var ki, ben buraya girişin açıldığını öğrenmemle beraber aynı gün fırtına başladı. Fırtına süresince buradaki denemelerim de diğer avlaktaki denemelerim gibi sonuçsuz kaldı. Rüzgarın olumsuz etkisi dinmeden avlak hakkında hükme varmanın doğru olmayacağını düşündüm. Fırtınanın ara verdiği ilk sabah suyunda avlağı tekrar taradım. O gün sahteye belki hayatımda almadığım kadar takip aldım. Hemen her farklı noktaya atışımda sahtenin peşinde bir girdap veya su sıçraması oluyordu. Bu takiplerin büyük bir kısmı melanur ve zarganaya aitti muhtemelen, bu yüzden sahtenin iğnelerine denk gelmediler. Ancak arada bazı ağır abilerin de sahtenin peşinden geldiği anlaşılıyordu. Hele su üstü sahtenin peşinden Jaws filmindeki köpek balığı misali yüzgeçlerinin yarısı dışarıda gelen levreği izlemek ayrı keyifliydi.

Hal böyle olunca, son denememi yapmak üzere hangi avlağa gideceğime karar vermek zorlaşmıştı. Nereye gitsem, ne yapsam derken yattığım yerde erkenden uyuyakalmıştım o gece. Bu kadar erken uyuyunca sabaha karşı 4 gibi alarma gerek duymaksızın kendiliğimden uyandım. Merdivenlerden aşağı indiğimde babamla, amcamın uyanık olduğunu gördüm. Akşamki sağlam sofra biraz midelerini rahatsız etmiş olacak ki, iki kardeşi de uyku tutmamıştı. Hazır bu saatte ayaktalarken, benimle balığa gelmelerini önerdim. Balık tutamasak bile sabah gün doğarken levreklerin şovunu izlerlerdi.

Malzemeleri toplayıp arabaya atladık, hava daha çok erkendi. Anlık bir kararla direksiyonu her zamanki avlağıma kırdım. Burası diğer avlağa göre daha erken saatte ve daha dar bir saat aralığında av veriyordu. Eğer balık alamazsam, diğer avlağa gidecektim.

Avlağa varınca bir oltayı elimde kalan kokuşmuş sübyeyle yemledim. Spin takımla ise at-çek yapmaya başladım. Ne yemli takımda, ne at-çek’te hiçbir hareket yoktu. Babamla amcama balık şimdi başladı, başlayacak diyerek hava ağarana kadar suda oynak bekledim. Baktım, bir cacık olacağı yok, hemen toplanıp diğer avlağa gitme kararı verdim. Sabah suyunu kaçırmamak için ralliden farksız 10 dakikalık bir yolculuktan sonra diğer avlağa vardık. Ben spin takım ile at-çek yapa yapa yürümeye başladım. Böyle böyle mendireğin ucuna kadar hiçbir aksiyon olmaksızın geldim. Mendireğin ucunda gelen bir iki zayıf takip beni heyecanlandırmaya dahi yetmedi. Baktım at-çek’ten bir hayır geleceği yok, babama yemli takımı açtım. Elimde kalan son sübyelerin içini suda temizleyip doğradım. Oltayı yemleyip attık. Ona da ciddi bir vuruş gelmiyordu. Bugün bize denizden hayır yok derken, temizlediğim sübyelerin artıklarına gelen ufak orfozu gördüm. Orfozu babamla amcama gösterirken kayaların arasından bir mürenin kafası gözüktü. Üçümüz oltayı filan bırakmış, denizi akvaryum izler gibi izliyorduk. Bir anda olay yerine oldukça iri bir sargoz intikal etti. Balık iri olmasına iriydi, ama hemen dibimde olduğu için yakalayabileceğime ihtimal vermiyordum. Balıkçılıkta bazı istisnaları olmakla beraber kaide “görünen balığın oltaya gelmeyeceği” yönündedir. Bu durumun nedeninin en basit haliyle açıklaması siz balığı görürken aynı zamanda balığın da sizi görmesidir. Balık suda insan gölgesi gördüğünde yeme çok daha temkinki yaklaşır ve çoğunlukla tuzağı görür. Yine de yapacak daha iyi bir şeyim olmadığı için laf olsun diye şansımı denemeye karar verdim. Önce birkaç parça sübye kesip suya attım. Sargoz ilk attığım yemlere çok temkinli yaklaştı. Önce ufak balıkların yemi biraz didiklemesine izin verdi. Sonra aralarına kendisi girip bir süre yavaşça batan yemi inceledi. Ucunda misina veya iğne olmadığını görünce dudaklarıyla yemi kavrayıp, oradan uzaklaştı. Uzaklaşmasının ardından geri dönmesi uzun sürmedi. Aynısını bir daha yaptım, bu sefer de yeme temkinli yaklaşmasına rağmen öncekine göre daha az inceleyerek yemi alıp götürdü. Böyle böyle üç dört derken sargozumuz artık hiç incelemeye girmeden yemi olduğu gibi kapıp götürmeye başlamıştı. Tam yemi alıp uzaklaştığı esnada balığın görmeyeceği şekilde 10 gram gezer kurşunlu, 0,23 FC misina bedenli, 3 numara iğneli takımı yemleyip önüme indirdim. Belki takımı tamamen kurşunsuz yapıp öyle atsaydım daha doğru olacaktı ama dedim ya balığın geleceğine pek ihtimal vermediğimden üşenip elimde var olan takımı attım. Oltayı attıktan sonra sarma telini tamamen açık bıraktım. Hepimiz biraz geri çekildik. Sadece ben göz ucundan yemi görebiliyordum. Balık alıştığı üzere geri döndü ve hiç tereddüt etmeden sübyeyi alıp uzaklaşmaya başladı. Gözden kaybolunca oltanın yanına gidip sarma telini kapattım. Birkaç saniye sonra olta dayandığı yerden denize fırlamak üzereyken hemen yakalayıp tasmayı attım. Olanlara kendim bile inanamıyordum. Bu boyda bir balığı ilk kez böyle görerek yakalıyordum. Elimdeki takımı ilk başta müthiş zorladı, ancak balığı biraz dipten kaldırıp taşlardan uzak tutunca mücadelesinin kuvveti anında azaldı. Sanki sığınabileceği taşlardan uzaklaşmak kurtulma umudunu ve azmini kırmıştı. Balığı usulca kıyıya getirip amcama kepçelettim. İçimde şaşkınlıkla karışık bir mutluluk vardı. Balığı fotograflayıp tarttım. 520 gram gelmişti.

Bana bu kadar heyecan veren balığın gramajından veya mücadelesinden çok onu görerek avlamaktı. O an balığa karşı çok garip bir merhamet duydum. Sanki normalde asla bu tuzağa gelmezmiş, belki de hayatında sadece bir kere düşeceği bir gafletten faydalanmışım gibi hissettim. Zaten eve son 10 günde dünyanın balığını sokmuştum, et sevdasında değildim, hiçbir zaman da olmamıştım. Bana yaşatacağı heyecanı yaşatmış, ben alacağım fotografları almıştım. Balık tartım fotograf çekimi vesaire derken oksijensiz kalmıştı, suya sarkıttığım kepçenin içinde bir süre kendisine gelmesini bekledim. Kısa süre sonra tekrar yüzmeye başladığını görünce balığı kepçenin içinden alarak usulca denize bıraktım. Sargozumuz biraz da olan bitenin şaşkınlığı içinde yavaşça özgürlüğe kuyruk çırptı.

Balığı bıraktığım yerden doğrulurken güzel bir kapanış yaptığımı, artık huzurla oltalarımı toplayabileceğimi düşünüyordum. Ancak ayağa kalktığımda gördüklerim karşısında fikrimi yeniden değiştirdim. Sargozu aldığım yerin biraz ilerisinde bu sefer çupralar geziniyordu. Yok canım, artık bu sefer olmaz diye içimden geçirsem de hemen sübyelerden birkaç parça alıp suyu yemledim. Az önceki balıkta aldığım riski bu sefer almaya niyetim yoktu. Spin takımdaki sahteyi çıkarıp yerine daha önceden hazırlamış bulunduğum 1 kulaçlık ,28 FC bedene bağlı 3/0 iğneyi taktım. İlk başta bu iğnenin biraz iri kaçıp kaçmayacağı konusunda tereddüt etsem de, gördüğüm çupraların bu iğneyi alabilecek boyda olduğunu düşündüm. Sübyeden iri bir parça kesip iğneyi tamamen kapatmaya özen göstererek 4-5 metre ileri attım. Aynı şekilde makinenin telini açık bırakarak yemin aşağı süzülüşünü izledim. Çupralardan biri yeme doğru yöneldi. Pek heyecanlı sayılmazdım, çupranın yemin kıyısına kadar gidip ya iğneden, ya misinadan şüphelenerek geri döneceğini düşünüyordum. Ama beklediğim gibi olmadı. Çupra yemi kaptığı gibi uzaklaşmaya başladı. Makinenin kafasından hızla misina boşalıyordu. Birkaç saniye bekleyip makinenin telini kapattım. Aynı sargozda olduğu gibi çupra da kamışı elimden alacak gibi oldu. Elimde 5-20 gram atarlı spin kamışla çuprayla mücadele etmek mükemmel bir duyguydu. Balığı karaya çıkarıp çıkarmamak nedense çok umrumda değildi. Diğer avlarımda asla yapmayacağım bir şeyi yaptım ve bu boyda bir balık oltanın ucunda mücadele ederken balığı çekmeyi bırakıp cebimden fotograf makinesinin kamerasını açarak babama verdim. Aksilik ya, babam bir türlü çekim yapmayı beceremedi. Herhalde bu esnada balık oltanın ucunda 1 dakika boyunca çıprınmıştır. Baktım, babamla bu işi beceremeyeceğim, kamerayı kendim devraldım. Bir elimde olta, bir elimde kamera; balığı hem çektim, hem videoya kaydettim. Balığı karaya çıkardığımda 3/0’lık koca iğneyi gırtlağına kadar yuttuğunu gördüm. Yutmasa bunu da salar mıydım bilmiyorum. Bu çupra da tam 500 gram gelmişti.

Son dönemdeki en farklı, en zevkli avlarımdan biri olmuştu bu av. Aynı gün uçağım olduğu için artık daha fazla kalmam mümkün değildi. Oltaları toplarken diğer gezer kurşunlu oltamın da suda olduğunu hatırladım. Olta takılmıştı. İğne üzerinde bulunduğumuz betonun altına girmişti, kurşun ise dışarıdaydı. Büyük ihtimalle sübyeleri temizlerken gördüğümüz müren yakalanmıştı. O balığı bulunduğu yerden çıkarmanın hemen hiç mümkünatı yoktu. Oltaya biraz asıldım ancak ya mürenin dişlerine, ya da duvara temas ettiği yerden misina koptu. Hedefimde olmayan bu güzel balığı ağzında iğneyle bıraktığım için biraz buruldum. Sonrasında mürenin bünyesinin bu iğnenin üstesinden kolayca geleceğini düşünüp rahatladım.

Denizin bana son anda armağan ettiği bu hediyelerle 20 günlük serüvenim de sona ermişti. Ağrı’ya dönmeden önce İstanbul’da son bir kez daha ava çıktık. Ancak gelen balıkların boylarının yapraktan ileri geçmemesi nedeniyle avdan bir keyif almadık.

Uçaktan İstanbul’a uzun bir süreliğine son kez bakarken içimde hayalini kurduğum avların büyük bölümünü gerçekleştirmiş olmanın verdiği huzur vardı.

Levrek Denizde Güzeldir

Sabah döndüğümde beni kapıda babam karşıladı. Elimde oltadan başka bir şey göremeyince alaycı bir ifade ile gülümseyip balık nerede diye sordu. Ben de her zaman olduğu gibi denizde diye cevapladım. Balıktan eli boş döndüğümde yaşadığımız rutin diyalogtan biraz farklıydı bu seferki ancak. Evet, balık gerçekten denizdeydi ama aynı zamanda omzuma astığım küçük çantanın içindeydi.

Çok uzun zamandır denizden ve balıktan uzaktım. Soğuk geçen kış, balık yokluğu, yoğun iş temposu ve daha bir çok bahaneden ötürü elime Ocak başından bu yana olta almamıştım. Bu dönemde biraz bunalmış olmalıyım ki, ani sayılabilecek bir kararla gelecek sene Ağustos ayında bitecek askerlik tecilimi bozdurup, Nisan ayında askere gitmek üzere karar aldırdım. Haliyle Mart sonu itibariyle işimden ayrılıp, evimi boşaltıp Bodrum yolunu tuttum. Her zaman heyecanla yaptığım bu yolculuk bu sefer biraz buruktu. Her ne kadar çok keyif almasam da İstanbul’daki yaşamımı, konforumu en az 6 aylığına terk ediyor, bilmediğim bir yolculuk öncesi son rahat günlerimi geçirmek üzere yola çıkıyordum. Mevsim itibariyle de balık avlamaya çok müsait bir dönem olmayınca içimde bu tatilin heyecanı iyiden iyiye azalıyordu.

Gümüşlük’e geldiğim gün üzerimde aşırı bir yorgunluk vardı. Ertesi gün sabah erken kalkıp balığa gitmeyi aklımdan bile geçirmeden yatağa attım kendimi. Gözümü açtığımda saat 12’ydi. Güneş tüm odayı ısıtmış, dışarıdan cıvıl cıvıl kuş sesleri geliyordu. Bodrum’un en sevdiğim zamanıdır bahar ayları. Ülkenin kuzeyi daha kış uykusundan uyanamamışken, çoktan canlanmış bir doğa görmek insana en kötü zamanında bile enerji verir. Öyle de oldu. Balkona çıkıp derin bir nefes aldım ve içimdeki tüm bitkinliği o nefesle dışarı attım. Merdivenlerden aşağı inip çoktan hazır bekleyen kahvaltı sofrasında güzel bir kahvaltı ettim. Benden daha keyiflisi yoktu artık. Dışarıdaki havanın güzelliğini kaçırmadan kendimi dışarı attım. Her zamanki gibi ilk durağım Gümüşlük iskelesiydi. Daha iskeleye adımımı basar basmaz teknelerin tonoz ipleri arasında salınan 700-800 gramlık bir levrek karşıladı beni. Çok geçmeden de ailenin diğer üyeleri. Levreğin en çok bulunması gereken sonbahar kış aylarında bile iskelenin altında nadiren levrek görürken şimdi 5-6 tane levrek  salına salına iskelenin etrafını turluyordu. İçlerinde çok büyük balıklar yoktu gerçi, ama bu bile damarlarımdaki kanın akışını hızlandırmaya yeterdi. İçimden çok bilmiş bir ses sürekli “bu mevsimde sahteye vurmaz” dese de onu dinlemeye hiç niyetim yoktu. Akşam eve döner dönmez ilk işim ertesi sabah için takımları hazırlamak olacaktı.

Akşam önce sahteleri elden geçirdim, bazılarının halkaları kısmen paslanmış olsa da sorun çıkarabilecek düzeyde değillerdi. Oltadan yana sıkıntım yoktu. Ancak iş ertesi sabah ne giyeceğime gelince ortalık karıştı. İstanbul’daki evimin taşınması esnasında balıkta giydiğim kıyafetlerimin hiçbiri gelmemişti. Üstüne üstlük tulum çizmem de evin temizliği esnasında çöplerin arasına karışıp çöpü boylamıştı. İşler tam da istediğim gibi ters gidiyordu, hiç sesimi çıkarmadım. Bugüne kadar ne zaman her şeyim tastamam balığa çıksam hüsranla sonuçlanmıştır. Ne zaman eksik ekipmanla balığa gitsem bir şekilde av iyi geçmiştir. İnternetten Bodrum’daki gün doğum saatini kontrol edip 1 saat öncesine alarmımı kurdum. Yataktan kalkıp hazırlanmam, arabayı çalıştırıp avlağa varmam her şekilde yarım saati bulacaktı. Bu sayede en verimli vakit olan gün doğumundan yarım saat öncesinde sahteyi yüzdürüyor olacaktım. Bu noktada işler tam planladığım gibi gitti. Günün ilk ışıkları arkamdaki tepelerin ardındaki karanlığı delmeye başlarken ben at çeke başlamıştım. Sahteyi attığım yerin sol tarafı aşırı sığlık, sağ tarafında ise tekneler bağlı.  Bu durum atış açımı oldukça sınırlandırıyor. Bunun üstesinden suya girerek geliyordum ancak maalesef kasık çizmesi olmayınca suya da girmem mümkün olmadı. Önce 10 cm kırmızı kafa Pelican Nitro’yu yüzdürdüm. Tahmini 30 cm kadar dalan bu sahte önümdeki sığlıkta çok takılma yapınca yerini Ima Komomo Slim 9,5 cm’e bıraktı. 15-20 cm kadar dalan bu sahte ani hareketleri pek sevmiyor. Yavaş sarım ve yumuşak aksiyonlarda ise harika iş çıkarıyor. Denizin siyahlığının griye döndüğü vakite kadar etrafımda birkaç oynak dışında kaydadeğer bir şey olmadı. Bu oynakların yerini tespit ettiysem de oynakların hep tonozlu tarafta olmasından dolayı cesaret edip oltamı atamadım. Çok geçmeden bu sefer tam tersi tarafta kıyıya paralel 10-15 metre ötemde bir hareketlenme oldu. Bu alan oldukça sığ olmakla beraber takılmasını göze alıp sahteyi tam oynağın üzerine gönderdim. Daha ilk turu sarıp ne olduğunu anlamadan balık sahtenin üstündeydi. Kalamayı açma gereği bile duymadım. Yaklaşık 650-700 gramlık ispendeği doğrudan karaya aldım. Her zamanki gibi ilk işim karaya yeni çıkan balığı fotograflamak oldu. Fotograflama faslı bitip balığı güvenli bir yere alacakken arkamdan aniden fırlayan hınzır bir kedi neredeyse kendi cüssesindeki balığı tek hamlede ağzına aldı. İkimiz de avcı içgüdüsüyle hareket ettik, kediyi daha hareket edemeden ensesinden yapıştığım gibi balıktan uzaklaştırdım. Benim kol kuvvetim, onun da pençesi… İkimizde birbirimizin canını biraz yaktık, ama kazanan doğal olarak ben olmuştum. Balığı kepçeye koyup denize sarkıttım. Diğer yandan at-çek’e devam ettim.

Amacıma yine ulaşmıştım. Bundan sonra gelenin gidenin olmaması çok da önemli değildi. Olmadı da nitekim. Balığı sudan çıkarıp mezat taşına yatırdım. Balık tüm yüzgeçlerini, galsama kapaklarını açmıştı. Vücudu bir heykel gibi kaskatıydı, pulları sabah güneşinde ışıl ışıl parlıyordu. Karada olmasına rağmen çırpınmıyordu hiç. Bu şartlarda çırpınarak kurtulamayacağını biliyor, lüzumsuz yere asaletini bozmak istemiyor gibiydi. Birkaç fotografını çektim. Önceki gün suda gerine gerine gezen levrekleri dakikalarca hayran hayran izleyişim aklıma geldi. Ben denizdeki levreği seviyordum, tabaktaki levreği değil. Hiç tereddüt dahi etmeden balığı kavradığım gibi denize usulca iade ettim. Etrafımda bu yaptığımı şaşırarak izleyecek kimseler yoktu kedilerden başka. Muhtemelen kavga ettiğim kedi içinden güzel bir küfür etti. Levrek bıraktığım yerde bir süre kaldıktan sonra yine asaletini bozmadan yavaşça çekip gitti. Amatör balıkçılığın asıl güzelliğinin öldürmekte değil, bağışlamakta olduğunu tekrar hatırladım. Boş kovayı mezat tezgahının altına bırakıp büyük bir keyifle evin yolunu tuttum.