Kategori arşivi: Çipura

Geçmiş Avlardan: 29-31 Ekim 2010

28 Ekim öğleden sonrası belki de hayatımın en maceralı yolculuğuna sahne oldu. Saat 17.20’deki Bodrum uçağı için 2’de evden çıkışım, yağmur ve fırtına altında havaalanına giden otobüsü 45 dakika bekleyişim, yoğun trafik yüzünden son saniyede uçağa yetişmem, türbülanstan bildiğim tüm duaları okutan bir uçuş, ve son aşamada bagajımın uçaktan çıkmaması sonucunda havaalanında 1,5 saat boyunca İstanbul’dan gelecek diğer uçağı bekleyişim, insana hayatın anlamını sorgulatan türden olaylar zinciriydi  Bu kadar aksiliğin ardından eve vardığımda ne ertesi günkü avı planlayacak, ne de av için gerekli hazırlıkları yapacak enerjim kalmıştı. Son bir çabayla makinelerdeki naylon misinayı örgü misina (Berkley Fireline Crystal 6 LB) ile değiştirip yastığa kafamı koydum.

Sabah alarmım çaldığında hava henüz aydınlanmamıştı. Dışarıdan rüzgarın uğultusu geliyordu. Sıcacık yorganım önceki günün yorgunluğunu da bana hatırlatarak aklımı çelmeye çalışıyordu. Dışarının durumuna bakılırsa değil olta atmak, ayakta durmak dahi kolay olmayacaktı. Kendimi uzun ikna çabalarımın sonucunda 6.45 gibi yataktan çıkıp hazırlandım. Hiç yoktan bir şansımı deneyip gelecektim. Sahile inip planladığım noktaya vardığımda işimin düşündüğümden de zor olduğunu farkettim. Sahteyi istediğim yere göndermem çok zordu. Birkaç atış denedim, baktım olacak gibi değil, yer değiştirmeye karar verdim. Daha sakin ve daha rahat atış imkanı bulabileceğim iskele tarafına yöneldim. İskeleye vardığımda iskelenin ayaklarının çevresinde kum gibi gümüş balığı sürüleri olduğunu farkettim. Balıkları buraya bir şeylerin sıkıştırmış olduğu belliydi. Açığa yapmış olduğum ilk atışlarımda zargana takipleri aldım. Ardından kıyıya doğru su üstü sahtelerle yaptığım atışlarda sahtenin arkasından bir kaç kez balık patladı. Av zevkli geçiyordu, ancak henüz kıyıya balık çekebilmiş değildim. İyiden iyiye yükselen güneş ümitlerimi azaltmaya başlamıştı. Bir anda arkamda gümüş sürülerinin su üstüne sıçramaya başladıklarını farkettim. Kullandığım su üstü sahteyi değiştirip balığın oynak yaptığı bölgeye paralel bir atış yaptım. Daha 7-8 tur sarmadan ani bir vuruş aldım… balık oltadaydı. Örgünün ucundaki ek bedeni sıradan 0,25 misinadan yapmıştım ve yanımda kepçe yoktu. Balık kuvvetliydi, dikkatli olmam gerekiyordu. Bunun yanı sıra iskele ayakları ve tonoz halatları da balığı sürekli kontrol altında tutmamı gerektiriyordu. Balığın bir yandan misinaya fazla yük bindirmesini engelleyip, diğer yandan ilişkenden uzak tutmam, öte yandan da kepçesiz elimle alabilecek kadar da yormam lazımdı. Balık bu arada sürekli önümden bir o yana, bir bu yana geçiyor ama tam olarak ne olduğunu seçemiyordum. Orta boyun biraz üstü bir levrek olduğunu sandım ilk anda. Sonrasında balık yüzeye yaklaşınca bunun bir akya (çıplak) olduğunu gördüm. Kalamayı açıp balığı gerektiği yerde dizginleyip, 3-4 dakikalık sürede balığı hareketsiz duruma getirecek kadar yordum. İskelenin diğer ucunda balık tutan başka bir arkadaş mücadeleyi görüp oltayı taktığımı zannedip yanıma geldi. Balığı yorduktan sonra oltayı ona teslim edip, iskeleden yarı belime kadar eğilerek balığı tutup çıkardım. Balık çok büyük olmasa dahi geçen sefer tutmuş olduğum akya palazının bir gömlek üstüydü. O kadar hareketliliğin sonrasında o çevre için avın bittiği belliydi, üç beş atış daha yapıp balıkla birlikte evin yolunu tuttum.

Balık çok büyük olmasa dahi geçen sefer tutmuş olduğum akya palazının bir gömlek üstüydü.

İskelenin altındaki gümüş balıklarından arta kalanlar…

Fırtınanın iyice şiddetlenmesi yüzünden o gün tekrar balığa çıkmadım. Ertesi sabah önceki günün morali ve dinlenmişliğiyle bu sefer çok daha rahat kalktım. Evden çıkarken yanıma önceki gün almış olduğum ancak çoktan ölmüş mamunları da kokmasın diye aldım. Rüzgar yine şiddetliydi ama bu sefer iskele çevresindeki gümüş sürülerinden eser yoktu. Hava tamamen aydınlanana kadar her türlü sahtemi denedim ancak sonuç alamadım. Bunun üzerine ben de yemli takımla şansımı denemeye karar verdim. İlk atışımda güzel bir vuruş alıp çekmeye başladım. Oltanın ucunda bir lidaki, bir de dil balığı vardı. Sonraki denemelerimde gelen giden olmadı, ben de yarım saat kadar sonra balıkları denize iade edip eve döndüm.

Oltanın ucunda bir lidaki, bir de dil balığı vardı. Dil balığı oltaya gelir gelmez, lidaki ise av sonunda denie iade edildi.

Dil balığının muhteşem deseni..
Kedi ulaşamadığı balığa mundar der

Öğleden sonra hava biraz durgunlaşınca tekneyle açılmaya karar verdik. Ereğli’den tekneyi getireli aylar olmuş, ancak ev işleri, yaz sıcağı derken tekneyi denize indirmek Ekim ayı başını bulmuştu. Benim için siftah da bugüne kısmetmiş. Koyun dışı hala çok çalkantılı olduğu için koyun içinde kıyıya yakın noktalarda yemli oltayla eğlencelik av yaptık. Yemimiz kokmuş mamundu. Yakaladığımız tüm balıkları (karagözler, minik lahozlar, kupesler vs.) bekletmeden denize iade ettik.

Oltalarımızı arada ziyaret eden minik lahozlar bizi sevindirdi. Balıklar incitmeden denize iade edildi.

Tatilin son günü yine sabahın köründe soluğu sahilde aldım. Daha önceki günler denediğim bölgelerde hareketlilik olmayınca koyun arkasındaki açık denize bakan kısımda şansımı denemeye karar verdim. Uzun bir yürüyüş sonunda kayaların tepesinde yerimi aldım. Rüzgar tamamen kesilmesine rağmen deniz dışarıda hala oldukça dalgalıydı. Durduğum kaya deniz seviyesinden 1 metreden fazla yukarıda olmasına karşın her dalga vurduğunda ıslanıyordum. Bu işin keyifli kısmıydı. Keyifsiz kısmı ise bu dalgada iri bir balık gelmesi durumunda balığı denizden nasıl yukarı çıkarabileceğimi bilmiyordum. Her neyseki endişem yersiz çıktı, 1 saatlik denemem boyunca bir kaç güzel vuruş almama rağmen sahtenin iğnelerini bir türlü balığa geçiremedim  Bunun üzerine tekrar yer değiştirdim. Koyun iç kısmındaki taşlık, çakıllık sahilden olta atmaya başladım. Burada sadece su üstü sahtelerimi kullandım. Rapala XRap Subwalk’a çok güzel bir vuruş almama rağmen o da oltaya yakalanmadı. En son çare olarak bölgede hiç denemediğim Gelibolu sahtesine maharetini göstermesi için şans verdim. Sabah suyundaki tek balığımı da onla yakaladım  Onca büyük balığın yakalanmadığı iğneler, yakalaya yakalaya ufacık bir melanuru yakaladı.  Bunun üzerine şansımı daha fazla zorlamanın anlamı olmadığını görüp avı bıraktım.

Benim için küçük, melanur için büyük bir başarının fotografı: Kendinden 2 kat büyük sahteye yakalanmak…

Son günün öğleden sonrası ailece balığa çıktık. Herkesin balık tutabilmesi için yine yemli avcılık yaptık. Açık denizde henüz meraları, taşları bilmiyoruz, biz de koyun içinde önceki günkü gibi bir av yaptık. Yakaladığımız balıklardan irice 2-3 tanesini yemek için alıkoyup geri kalanını azad ettik.

Avlarım esnasında kullanmış olduğum yapay balıklar:

Soldan sağa: 1- Gelibolu Sahtesi 2- Savage Gear Sandeel 3- Rapala XRap Subwalk 4- Strike Pro (Modelini bilmiyorum.) 5- Rover 98 Taklidi

Herkese iyi avlar…

Ege’de İlk Av (Ağustos’10)

Balık Günlükleri fikrini hayata geçirmeden önce de çeşitli platformlarda avlarımı paylaşıyordum. Maalesef bu yazıların bir kısmı bulundukları sayfaların kapanması nedeniyle tarihe karıştı. Diğer yazılarımı hem aynı akıbete uğramaması, hem de eski anılarımı tekrar canlandırması için buradan paylaşmak istedim.

(4-9 Ağustos 2010)


Ailemin Nisan ayında Bodrum Gümüşlük’e taşınmasından bu yana fırsat buldukça sık sık yanlarına gidip geliyorum. Ancak genelde kaldığım sürenin haftasonuyla sınırlı olmasından ötürü bugüne denk ciddi bir avlanma denemesi yapamamıştım. Nihayet yıllık izinden istifade rahat rahat olta atmak için fırsat buldum.

Yeni avlak, yeni balıklar, yeni takımlar… Kaç senedir balık tutarsanız tutun, gittiğiniz yeni avlağın acemisisinizdir. Bu noktada tecrübe uyum sağlama hızını belirler. Karadeniz’de ilk lüferimi 9-10 yaşımda tutmuşumdur. Karadeniz için hemen hemen 15 senelik bir tecrübem söz konusu.. İstanbul’a yerleşeli ise 7 sene oldu. Buradaki ilk 1-2 senemde zaten çok sık Ereğli’ye gidip geldiğim için İstanbul’da kıyıdan olta atma gereği duymamıştım. Yani Boğaz ve çevresi kıyı avcılığı için de tecrübemin geçmiş 5 seneye dayandığını söyleyebilirim. Bunun dışında Marmara’nın geri kalanı, Ege ve Akdeniz için tecrübem sadece bir kaç sefer olta atmaktan ibaret. Ege ve Akdeniz’i daha çok bu denizlerde yaptığım dalışlardan tanımaktayım.

Ailemin yılın büyük bölümünde Bodrum’da yaşayacak olması ve Ereğli’de bağlı olan teknemizi de buraya taşımamız benim balıkçılığım için de yeni bir sayfa açmam anlamına geliyor. Hem kıyı, hem açık deniz avlarında başarılı olabilmek için katetmem gereken uzun bir yol var. Açık deniz taşlarını, kıyı avlaklarını ve kısmen yeni yöntemleri öğrenmem gerekiyor.

Daha önceki gidişlerimde burada çeşitli gözlemler yapma fırsatı bulmuştum. Bölgede avlananlarla yaptığım sohbetlerde koyun içinde genellikle kefal ve sarpa çıktığını, bunun dışında pek balık olmadığını belirtmişlerdi. Gümüşlük koyunun içi sıklıkla erişteliklerle kaplı. Bu yüzden klasik dip oltasını her yerde çalıştırmak mümkün değil. Bu gittiğimde her şeyden önce maske-şnorkel yardımıyla dip oltasıyla avlanmaya uygun yerleri tespit ettim. Uygun avlak olarak eriştenin nispeten seyrek olduğu, 1 metrelik sığlıktan 8-10 metreye dik inen bir yamacı seçtim. Sığ olsun, derin olsun tüm derinliklerde yamaç bölgeler her zaman daha fazla balığın dikkatini çeker. Hemen her sabah 5.30-9:30 arasında bu bölgeden olta attım.

Takımım beden ve köstekler 0,28 FC misina olmak üzere, çift köstek 5 numara Owner Seigo’dan ibaretti.

Yakın çevreden taze mamun, boru kurdu gibi yemleri bulmak mümkün değildi. Turgutreis’ten almış olduğum dondurulmuş mamun ise kıyıdan atışlar için hiç uygun değildi. Yem olarak çoğunlukla taşların arasından topladığım madyaları ve balıkçıdan aldığım kalamar ayaklarını kullandım. Bu bölgeden alabildiğim tek kayda değer balığı da kalamar ayağıyla aldım. Bunun dışında kullandığım tüm yemler, sağlamlığıyla ünlü madya dahil olmak üzere ufak balıkların hışmına uğradı. 5 gün bıkıp usanmadan yaptığım kıyı denemelerinin 2. günü sabah hava aydınlanırken aldığım kilo civarı çipura Gümüşlük’ün bana hoşgeldin hediyesi oldu.

Diğer günlerde buradan yapmış olduğum denemeler sonuç vermedi. Almış olduğum birkaç lidaki, ufak sargoz ve çeşitli türlerdeki ıskarta balığı denize iade ettim.

Dip yemlisi haricinde gündüzleri iskele dibinde görmüş olduğum melanurlar bana kırk takla attırmış olmalarına karşın oltama yüz vermemişlerdi. Turgutreis’teki malzemeciye bu balıkları nasıl yakalayabileceğimi sorduğumda bana kıbrıs oltasını önermesi pek aklıma yatmamıştı. O kadar uyanık bir balığı kıbrıs gibi kaba bir takımla yakalamak bana pek mümkün gelmiyordu. Şansımı bir de gece denemeye karar verdim. Takımı olabildiğince sade tutarak bu huylu balığı ürkütmemeye çalıştım. Malzemecinin bana önermiş olduğu 0,35 misina yerine 0,24 naylon misina, kıstırma kurşun ve kıstırmanın 15 cm kadar altına koyduğum tek iğne ve dondurulmuş mamun ile avlandım. Akşam karanlık çöktükten hemen sonra beklediğim vuruş oltanın ucundaydı. Tartıda genelde 250-350 gram civarı olan bu balıkların oltada verdiği mücadele tarifsizdi. Melanurların arasında gelen sargozlar da çok iri olmamasına rağmen ava renk katıyordu. 2 gecelik avımda ufak sargoz ve melanurları, ve av sonunda kovada canlı kalan tüm balıkları denize iade ettim.

Bu sırada oltama takılan kardinal balığını da (Apogon imberbis) fotograflayıp denize iade ettim. Gündüz dalışlarında kaya gölgelerinde ve mağaralarda sıkça rastlanan bu balık, gece buralardan çıkarak aktif biçimde avlanıyor.

Bu avlar dışında yine dalışla yerini tespit ettiğim bir çupra merasında şansımı denedim.. Avlağın derinliği 7-8 metre civarı, ve dibi tamamen eriştelikti. Avlakta bulunan kilo ve üstü çipuralar daha ziyade orta suda geziyorlardı. Şamandıralı stoperli düzenekle takımı eriştelerin üzerinde tutup bu çipuralardan birkaçını avlamayı hedeflesem de bu konuda başarılı olamadım.

6 günlük av maceram son tutmuş olduğum bu melanurlarla sona erdi. En başta dediğim gibi acemisi olduğum bir deniz için çok da kötü sayılmayacak bir başlangıçtı. En azından yanımdan geçen diğer oltacıların “Burada böyle balık çıkıyor muymuş?” diye şaşırması bile yetti. Tekneyi denize indirdiğimizde çok daha büyük tecrübelerin beni beklediğine eminim. Şimdilik bu kadar…

Dağdan İndim Denize – Final

Günlerdir süren, kimi zaman fırtına şiddetinde esen keşişleme balığı dağıttığı yetmiyormuş gibi, av keyfini de tamamen öldürmüştü. Sırf bu yüzden son iki gün sabah suyuna dahi kalkmamıştım. Hava tahmin sitelerinde rüzgarın döneceğim günün öncesinde geceden duracağı görülüyordu. Bu benim güzel bir kapanış yapmam için son fırsatım olabilirdi.

Bodrum’da avlanmaya başladığım 2010 yılından bu yana tuttuğum balıkların tamamına yakınını aynı avlaktan almıştım. İlk zamanlar alternatif avlaklar keşfetme konusunda bir hayli hevesliydim. Zamanla denediğim diğer avlaklardan verim alamayıp, tek bir noktadan üst üste güzel balıklar alınca, ben de bu noktada ısrarcı davranmaya başlamıştım. Burası beni ne vezir, ne de rezil ediyordu. Her yazımda bahsettiğim gibi bu avlakta avlandığım ilk gün güzel avlar yapıyor, ertesi günler ise kaydadeğer bir av yapamıyordum. Her ne kadar bu durumu kendimce ilk günün laneti diye adlandırdıysam da, bunun mantıklı bir açıklaması olması gerektiğini biliyordum. Bu kadar belirgin bir durum tesadüfle açıklanamazdı. Belki avlağa yerleşik balıklar ilk günden sonra sahte balığın bir tuzak olduğunu ayırt ediyorlar, ve bunu sonraki günlerde de hatırlıyorlardı. Aklıma en yatkın gelen ihtimal buydu. Buradan hareket ederek kendimce avlağı dinlendirmem gerektiği sonucuna varmıştım. Bunun için alternatif avlak olarak da yakınlardaki bir sitenin küçük mendireğini seçtim. Aslında burayı önceki yıllardan gözüme kestirmiştim, ancak o zamanlar plaja site sakinleri haricindekiler sokulmadığı için buradan avlanmam mümkün olmamıştı. Bu gittiğimde ise site sahiline girişin çevredeki komşu site sakinlerinin şikayetleri üzerine açıldığını öğrenip bu avlağı denemeye karar kıldım. Nitekim, bu yaz sonunda internetten görüştüğüm balık tutkunu arkadaşlarımdan biri burada oldukça güzel avlar yapmıştı. Ne var ki, ben buraya girişin açıldığını öğrenmemle beraber aynı gün fırtına başladı. Fırtına süresince buradaki denemelerim de diğer avlaktaki denemelerim gibi sonuçsuz kaldı. Rüzgarın olumsuz etkisi dinmeden avlak hakkında hükme varmanın doğru olmayacağını düşündüm. Fırtınanın ara verdiği ilk sabah suyunda avlağı tekrar taradım. O gün sahteye belki hayatımda almadığım kadar takip aldım. Hemen her farklı noktaya atışımda sahtenin peşinde bir girdap veya su sıçraması oluyordu. Bu takiplerin büyük bir kısmı melanur ve zarganaya aitti muhtemelen, bu yüzden sahtenin iğnelerine denk gelmediler. Ancak arada bazı ağır abilerin de sahtenin peşinden geldiği anlaşılıyordu. Hele su üstü sahtenin peşinden Jaws filmindeki köpek balığı misali yüzgeçlerinin yarısı dışarıda gelen levreği izlemek ayrı keyifliydi.

Hal böyle olunca, son denememi yapmak üzere hangi avlağa gideceğime karar vermek zorlaşmıştı. Nereye gitsem, ne yapsam derken yattığım yerde erkenden uyuyakalmıştım o gece. Bu kadar erken uyuyunca sabaha karşı 4 gibi alarma gerek duymaksızın kendiliğimden uyandım. Merdivenlerden aşağı indiğimde babamla, amcamın uyanık olduğunu gördüm. Akşamki sağlam sofra biraz midelerini rahatsız etmiş olacak ki, iki kardeşi de uyku tutmamıştı. Hazır bu saatte ayaktalarken, benimle balığa gelmelerini önerdim. Balık tutamasak bile sabah gün doğarken levreklerin şovunu izlerlerdi.

Malzemeleri toplayıp arabaya atladık, hava daha çok erkendi. Anlık bir kararla direksiyonu her zamanki avlağıma kırdım. Burası diğer avlağa göre daha erken saatte ve daha dar bir saat aralığında av veriyordu. Eğer balık alamazsam, diğer avlağa gidecektim.

Avlağa varınca bir oltayı elimde kalan kokuşmuş sübyeyle yemledim. Spin takımla ise at-çek yapmaya başladım. Ne yemli takımda, ne at-çek’te hiçbir hareket yoktu. Babamla amcama balık şimdi başladı, başlayacak diyerek hava ağarana kadar suda oynak bekledim. Baktım, bir cacık olacağı yok, hemen toplanıp diğer avlağa gitme kararı verdim. Sabah suyunu kaçırmamak için ralliden farksız 10 dakikalık bir yolculuktan sonra diğer avlağa vardık. Ben spin takım ile at-çek yapa yapa yürümeye başladım. Böyle böyle mendireğin ucuna kadar hiçbir aksiyon olmaksızın geldim. Mendireğin ucunda gelen bir iki zayıf takip beni heyecanlandırmaya dahi yetmedi. Baktım at-çek’ten bir hayır geleceği yok, babama yemli takımı açtım. Elimde kalan son sübyelerin içini suda temizleyip doğradım. Oltayı yemleyip attık. Ona da ciddi bir vuruş gelmiyordu. Bugün bize denizden hayır yok derken, temizlediğim sübyelerin artıklarına gelen ufak orfozu gördüm. Orfozu babamla amcama gösterirken kayaların arasından bir mürenin kafası gözüktü. Üçümüz oltayı filan bırakmış, denizi akvaryum izler gibi izliyorduk. Bir anda olay yerine oldukça iri bir sargoz intikal etti. Balık iri olmasına iriydi, ama hemen dibimde olduğu için yakalayabileceğime ihtimal vermiyordum. Balıkçılıkta bazı istisnaları olmakla beraber kaide “görünen balığın oltaya gelmeyeceği” yönündedir. Bu durumun nedeninin en basit haliyle açıklaması siz balığı görürken aynı zamanda balığın da sizi görmesidir. Balık suda insan gölgesi gördüğünde yeme çok daha temkinki yaklaşır ve çoğunlukla tuzağı görür. Yine de yapacak daha iyi bir şeyim olmadığı için laf olsun diye şansımı denemeye karar verdim. Önce birkaç parça sübye kesip suya attım. Sargoz ilk attığım yemlere çok temkinli yaklaştı. Önce ufak balıkların yemi biraz didiklemesine izin verdi. Sonra aralarına kendisi girip bir süre yavaşça batan yemi inceledi. Ucunda misina veya iğne olmadığını görünce dudaklarıyla yemi kavrayıp, oradan uzaklaştı. Uzaklaşmasının ardından geri dönmesi uzun sürmedi. Aynısını bir daha yaptım, bu sefer de yeme temkinli yaklaşmasına rağmen öncekine göre daha az inceleyerek yemi alıp götürdü. Böyle böyle üç dört derken sargozumuz artık hiç incelemeye girmeden yemi olduğu gibi kapıp götürmeye başlamıştı. Tam yemi alıp uzaklaştığı esnada balığın görmeyeceği şekilde 10 gram gezer kurşunlu, 0,23 FC misina bedenli, 3 numara iğneli takımı yemleyip önüme indirdim. Belki takımı tamamen kurşunsuz yapıp öyle atsaydım daha doğru olacaktı ama dedim ya balığın geleceğine pek ihtimal vermediğimden üşenip elimde var olan takımı attım. Oltayı attıktan sonra sarma telini tamamen açık bıraktım. Hepimiz biraz geri çekildik. Sadece ben göz ucundan yemi görebiliyordum. Balık alıştığı üzere geri döndü ve hiç tereddüt etmeden sübyeyi alıp uzaklaşmaya başladı. Gözden kaybolunca oltanın yanına gidip sarma telini kapattım. Birkaç saniye sonra olta dayandığı yerden denize fırlamak üzereyken hemen yakalayıp tasmayı attım. Olanlara kendim bile inanamıyordum. Bu boyda bir balığı ilk kez böyle görerek yakalıyordum. Elimdeki takımı ilk başta müthiş zorladı, ancak balığı biraz dipten kaldırıp taşlardan uzak tutunca mücadelesinin kuvveti anında azaldı. Sanki sığınabileceği taşlardan uzaklaşmak kurtulma umudunu ve azmini kırmıştı. Balığı usulca kıyıya getirip amcama kepçelettim. İçimde şaşkınlıkla karışık bir mutluluk vardı. Balığı fotograflayıp tarttım. 520 gram gelmişti.

Bana bu kadar heyecan veren balığın gramajından veya mücadelesinden çok onu görerek avlamaktı. O an balığa karşı çok garip bir merhamet duydum. Sanki normalde asla bu tuzağa gelmezmiş, belki de hayatında sadece bir kere düşeceği bir gafletten faydalanmışım gibi hissettim. Zaten eve son 10 günde dünyanın balığını sokmuştum, et sevdasında değildim, hiçbir zaman da olmamıştım. Bana yaşatacağı heyecanı yaşatmış, ben alacağım fotografları almıştım. Balık tartım fotograf çekimi vesaire derken oksijensiz kalmıştı, suya sarkıttığım kepçenin içinde bir süre kendisine gelmesini bekledim. Kısa süre sonra tekrar yüzmeye başladığını görünce balığı kepçenin içinden alarak usulca denize bıraktım. Sargozumuz biraz da olan bitenin şaşkınlığı içinde yavaşça özgürlüğe kuyruk çırptı.

Balığı bıraktığım yerden doğrulurken güzel bir kapanış yaptığımı, artık huzurla oltalarımı toplayabileceğimi düşünüyordum. Ancak ayağa kalktığımda gördüklerim karşısında fikrimi yeniden değiştirdim. Sargozu aldığım yerin biraz ilerisinde bu sefer çupralar geziniyordu. Yok canım, artık bu sefer olmaz diye içimden geçirsem de hemen sübyelerden birkaç parça alıp suyu yemledim. Az önceki balıkta aldığım riski bu sefer almaya niyetim yoktu. Spin takımdaki sahteyi çıkarıp yerine daha önceden hazırlamış bulunduğum 1 kulaçlık ,28 FC bedene bağlı 3/0 iğneyi taktım. İlk başta bu iğnenin biraz iri kaçıp kaçmayacağı konusunda tereddüt etsem de, gördüğüm çupraların bu iğneyi alabilecek boyda olduğunu düşündüm. Sübyeden iri bir parça kesip iğneyi tamamen kapatmaya özen göstererek 4-5 metre ileri attım. Aynı şekilde makinenin telini açık bırakarak yemin aşağı süzülüşünü izledim. Çupralardan biri yeme doğru yöneldi. Pek heyecanlı sayılmazdım, çupranın yemin kıyısına kadar gidip ya iğneden, ya misinadan şüphelenerek geri döneceğini düşünüyordum. Ama beklediğim gibi olmadı. Çupra yemi kaptığı gibi uzaklaşmaya başladı. Makinenin kafasından hızla misina boşalıyordu. Birkaç saniye bekleyip makinenin telini kapattım. Aynı sargozda olduğu gibi çupra da kamışı elimden alacak gibi oldu. Elimde 5-20 gram atarlı spin kamışla çuprayla mücadele etmek mükemmel bir duyguydu. Balığı karaya çıkarıp çıkarmamak nedense çok umrumda değildi. Diğer avlarımda asla yapmayacağım bir şeyi yaptım ve bu boyda bir balık oltanın ucunda mücadele ederken balığı çekmeyi bırakıp cebimden fotograf makinesinin kamerasını açarak babama verdim. Aksilik ya, babam bir türlü çekim yapmayı beceremedi. Herhalde bu esnada balık oltanın ucunda 1 dakika boyunca çıprınmıştır. Baktım, babamla bu işi beceremeyeceğim, kamerayı kendim devraldım. Bir elimde olta, bir elimde kamera; balığı hem çektim, hem videoya kaydettim. Balığı karaya çıkardığımda 3/0’lık koca iğneyi gırtlağına kadar yuttuğunu gördüm. Yutmasa bunu da salar mıydım bilmiyorum. Bu çupra da tam 500 gram gelmişti.

Son dönemdeki en farklı, en zevkli avlarımdan biri olmuştu bu av. Aynı gün uçağım olduğu için artık daha fazla kalmam mümkün değildi. Oltaları toplarken diğer gezer kurşunlu oltamın da suda olduğunu hatırladım. Olta takılmıştı. İğne üzerinde bulunduğumuz betonun altına girmişti, kurşun ise dışarıdaydı. Büyük ihtimalle sübyeleri temizlerken gördüğümüz müren yakalanmıştı. O balığı bulunduğu yerden çıkarmanın hemen hiç mümkünatı yoktu. Oltaya biraz asıldım ancak ya mürenin dişlerine, ya da duvara temas ettiği yerden misina koptu. Hedefimde olmayan bu güzel balığı ağzında iğneyle bıraktığım için biraz buruldum. Sonrasında mürenin bünyesinin bu iğnenin üstesinden kolayca geleceğini düşünüp rahatladım.

Denizin bana son anda armağan ettiği bu hediyelerle 20 günlük serüvenim de sona ermişti. Ağrı’ya dönmeden önce İstanbul’da son bir kez daha ava çıktık. Ancak gelen balıkların boylarının yapraktan ileri geçmemesi nedeniyle avdan bir keyif almadık.

Uçaktan İstanbul’a uzun bir süreliğine son kez bakarken içimde hayalini kurduğum avların büyük bölümünü gerçekleştirmiş olmanın verdiği huzur vardı.

Dağdan İndim Denize – 5

28 Ekim – 2 Kasım Arası Avlar

Meteoroloji sitelerinin hepsinin öngördüğü sert keşişleme nihayet gelmişti. Maalesef korktuğum başıma geldi. Evet, keşişleme ne kadar sert de esse avlandığım bölgede arkamdan estiği için avlanmama engel olmuyor, aksine atış mesafemi uzatıyordu. Buna karşılık bir şekilde balığı da yanında alıp gitmişti. Keşişlemeden önceki günlerde balıkla döneyim veya dönmeyeyim, mutlaka denizde bir hareketlilik oluyordu. Keşişleme esmeye başladı başlayalı ise deniz tamamen kurumuş gibiydi. Bu tarihteki avlarımın çoğunu keşişlemenin hızını azalttığı, yön değiştirdiği veya tamamen yattığı zamanlarda yaptım.

300 gramlık bu yakışıklı lidaki keşişlemenin henüz sertleşmeye başladığı saatlerde sübye ile tutuldu. İster kiloluk olsun, ister avuç içini anca doldursun, bu balığın mücadelesi her şekilde insanı heyecanlandırmaya yetiyor.

Balıktan ümidi kesince, kalamardan yana şansımızı denedik. Rüzgar muhtemelen kalamarın da keyfini kaçırmıştı. İki gece gittiğimiz kalamar avında sabrımızın sınırlarını zorlamamıza karşı gece başına birer kalamarla eve döndük. Kalamarların her birinin yarım kilo civarı olması avımızın tek tesellisiydi.



Madem keşişleme sürdüğü müddetçe balık bana gelmeyecek, bari ben balığa gideyim dedim. Kuşandım elbiseyi, kemeri, attım kendimi denize. Öyle balık vuracağımdan da değil, hiç değilse suda biraz gezinmiş olur, onun da keyfini alırım dedim. Zıpkıncılığın çok üzerine düşmediğimden tecrübe eksikliğim var. Neyse ki vücut yüksek rakım da düşük oksijene alıştığı için apnea (nefes tutma) sürem kendiliğinden gelişmiş. Aslında ne zaman fotograf makinesiyle dalsam zıpkınlık, zıpkınla dalsam fotograflık balıklar karşıma çıkıyor. Bu dalışımda karşıma çıkan minik orfozu, müreni, ahtapotu, eşkinayı fotograflamayı çok isterdim. Zıpkınlamayı ise aklımdan bile geçirmedim zaten. Herhalde bunun mükafatı olacak, deniz ana tam çıkacakken cebime güzel bir mırmır koyup beni boş göndermedi.

Ve belki de, en şanssız günüm, aynı zamanda tatilimin en mutsuz günü… Karakoldaki güzel kızım, canım köpeğim Çakıl’ın bir yılan tarafından sokulması sonucu hayatını kaybettiğini öğreniyorum. O an dünya başıma yıkılıyor. Ne yapacağımı şaşırıyorum. Evde olmak istemediğim kesin. Kendimi en çok ait hissettiğim yere gitmek istiyorum o an. Elimdeki olta sadece laf olsun diye. Rüzgar keşişlemeden batıya dönmüş, deniz sanki karadan hıncını almak istercesine dövüyor kıyıyı. Yatık havalarda olta attığım yer suların altında. Deniz olta atacak yer dahi bırakmamış. Ayaklarımın su içinde olmasını umursamadan atıp çekiyorum sürekli. Rüzgar adamı güreş tutarcasına silkeliyor. Atıyorum, çekiyorum. Atıyorum, çekiyorum. Atıyorum… Çekemiyorum. Rüzgar atış esnasında sahteyi savurdu da ilerideki teknelerden birinin tonoz ipine mi takıldı yoksa? Oltayı şöyle bir tartıp, ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Hayır, ip değil balık bu. Tartma sırası balıkta… Sanki oltam bir motorun uskuruna dolanmış gibi hem yürüyor, hem de art arda darbe alıyor. Kalama sessiz… Saniyeler içinde olup bitiyor her şey. Kamış, makine bende, misina, sahte onda paylaşıyoruz takımı. Hiçbir şey olmamış gibi çekiyorum takımı. Üzüntünün üzerine üzülecek halim yok ya. Yine de bir durup düşünüyorum nerede yanlış yaptım diye. Kalamadan ses gelmediğini, oltanın elimde fırlayacak gibi olduğunu anımsıyorum hemen. Evden çıkmak üzereyken makinedeki ip sarılı kafayla misina sarılı olan kafayı değiştirdiğimi hatırlıyorum. Değiştirmesine değiştirdiğimi hatırlıyorum da, değiştirdikten sonra kalamayı ayarladığımı bir türlü hatırlayamıyorum. Zaten böylesine büyük bir hataya rağmen alabilseydim o levreği, balığa olan saygım azalırdı diye geçiriyorum içimden. Misinaya yeni bir klips bağlayıp, ucuna yeni bir sahte takıyorum. Aklım Çakıl’da. Rüzgar sahteyi savurup bir açıkta tonozlu teknenin içine atıyor. Takımı koparıp dönüyorum eve.