Kategori arşivi: İstanbul Boğazı

Belgesel Tadında Bir Av

Amatör balıkçılığın en güzel yanlarından biri de çok az insanın görme şansı yakalayabildiği doğal güzelliklere tanıklık etmenizi sağlamasıdır. Bu kimi zaman güneşin doğuşudur, kimi zaman devasa bir balık sürüsüdür; bazen avcı bir balığın avlanma anıdır, bazen yunuslar ile yarışmaktır. Çoğu insanın anca belgesellerde görebildiği bu anlara şahitlik etmek benim nazarımda balık tutmaktan çok daha keyiflidir.

Geçtiğimiz hafta Pazar akşamı yapacak daha iyi bir aktivite bulamayınca spin takımlarımı yanıma alıp biraz deniz havası solumaya karar verdim. İlk başta aklımda daha önceki senelerde tam bu zamanlar güzel av yaptığım bir nokta vardı. Ancak her ne olduysa motora binmek için Üsküdar’a geldiğimde üşendim ve şansımı Üsküdar motor iskelesi civarında denemeye karar verdim. Akşam ezanının okunmasıyla spin takımımı monte etmiş, at çeklere başlamıştım.

Aradan yarım saat geçmiş, yolunu şaşıran bir tane çinekop dışında ziyaretçim olmamıştı. Gelirken çok ümitli olmadığım için de çabuk sıkılmaya başlamıştım. Eve dönünce ne yiyeceğimin planlarını yaparken yanımdaki motorla iskele arasındaki boşluktan ardı ardına gelen tiz çığlık sesleri dikkatimi çekti. Gelen ses panik halindeki bir martının sesine benziyordu. Herhalde hayvancağız araya bir yere sıkıştı diye düşündüm. Oltamı bir kenara bırakıp sesin geldiği doğrultuya yöneldim. Projektörün aydınlattığı suya baktığımda ortada bir şey yoktu. Ses iskelenin altından geliyordu. Aynı ses motora binen genç bir çiftin de dikkatini çekmişti. Aramızda birkaç metre olmasına rağmen onların görüş açısı benden daha iyiydi. Sesin kaynağını görüp göremediklerini sordum. Kendilerinin de sesin kaynağını göremediklerini söylediler. Ancak ses hala aynı şiddette, aynı yerden gelmeye devam ediyordu. Sonra bir anda genç çiftten kız olan tiksintili bir ifadeyle “Ayy, kocaman bir fare galiba.” dedi. Kızın bunu demesiyle suyun aydınlığından kocaman bir cüssenin geçmesi bir oldu. Bu bir su samuruydu. Daha önce 2009 yılında Tarabya’da lüfere yemli olta attığım bir gece karşılaşmıştım. O günden sonra onunla tekrar karşılacağımı biliyordum ancak bu karşılaşmanın bu kadar gürültülü ve hareketli bir ortamda olmasını beklemiyordum. Su samurunun suyun altında görünmesiyle karanlıkta kaybolması da bir oldu. Birkaç dakika geçmeden aynı ses iskelenin diğer tarafında bekleyen motorların arasından gelmeye başladı. Oltayı bir kenara bırakıp, sesin peşine düştüm. Sisn şiddetinden çok yakınımda olduğunu bilmeme rağmen o bölge çok karanlık olduğu için bir daha onu göremedim. Sonrasında gelen ses de kesildi zaten.

O kalabalıkta, o motorların hengamesinde ne arıyordu bilmiyorum. Neden o kadar can havliyle ses çıkardığını da bilmiyorum. Belki bir yavrusu vardı ve onu arıyordu, belki yakınlardaki başka bir türdeşiyle haberleşiyordu. Tek bildiğim İstanbul’un en orta yerinde bile bu canlıları halen görebiliyor olmanın müthiş bir his olduğu. O gün eve belki balıksız döndüm, ama bu av benim 2013 yılındaki en güzel ikinci avımdı. En güzeli hangisi miydi? O da bir başka yazıma…

Yukarıdakiler her ne kadar farklı su samuru türleri de olsa, çıkardıkları ses ülkemizde yaşayan Avrupa su samurunun (Lutra lutra) çok benzer.

İstanbul: Sükût-ı Hayal

İstanbul… İki kıtanın birleştiği, tarihteki nice imparatorluğun başkenti… Tarih boyunca herkesin sahibi olmak adına savaştığı, ama en sonunda ait olduğu, taşı toprağı altın diye gelenlerin toprak olduğu şehir… Asaletinin ve zarafetinin ardında acımasız ve vahşi bir yüz saklayan bu şehir, her zaman ona uzak olanların rüyalarını süslemiş, içindekilere ise kabuslar yaşatmıştır. Günümüzde de İstanbul her yıl binlerce insanı bir yandan kendisine çekmeye devam ederken, diğer yandan içinde yaşayanları hayat pahalılığından, trafik sorununa dek birçok sorunla bunaltmaktadır. İstanbullular dünyada çok az şehre nasip olan güzellikleri ve imkanları elinin altında barındırıyor olmasına rağmen, çok küçük bir azınlık bu olanakların keyfini sürmektedir. Nitekim bugün İstanbul’un ücra semtlerine gittiğinizde yıllardır Boğaz’ı görmemiş, Adalar’a hayatında hiç gitmemiş insanlarla karşılaşmanız söz konusudur.

İstanbul’un bahsetmiş olduğum genel karakteri, denizine de yansımıştır. Masmavi akan bir nehir gibi şehri ikiye bölen Boğaz ve altın bir gerdan gibi tarihi yarım adayı süsleyen Haliç, İstanbul’a dünyada denizin hiçbir şehre katamadığı bir güzelliği armağan eder. Koskoca Karadeniz’in daracık bir kanala dönüşerek Akdeniz’e açıldığı bu koridor dünyanın en önemli göç yollarından birisidir. Nitekim İstanbul Boğazı ve Haliç’in bereketi antik dönemlerden bu yana İstanbul’un can damarlarından birisi olmuştur. Balık kokusu, denizle sarmaş dolaş olan bu şehrin içine işlemiştir. Ne var ki geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısında kontrolsüz ve kuralsız biçimde büyüyen şehrin ilk kurbanı da denizler olmuştur. Altın boynuz lakabını gün batımında sularının altın sarısı renge dönmesinden alan Haliç’in suları çamur sarısına dönmüş, balık ve yosun kokusunun yerini çürümüş yumurta kokusu almıştır. Yerli balıklar neredeyse tamamen kaybolmuş, göç balıkları ise sadece mecbur oldukları için Boğaz’dan uğraksız geçer hale gelmiştir. Bir zamanların adı balıkla özdeşleşen şehrinin eski günleri çoktan mazide kalmıştır. Biraz abartılı bir yorum gibi görünse de, İstanbul bugün bir amatör kıyı balıkçısının hobisini icra etmesi açısından denize kıyısı olan en elverişsiz şehirlerden biri haline gelmiştir.

Peki, çok değil, otuz sene içinde, uskumruların çaparileri süslediği, orkinosların, kılıç balıklarının devriye attığı günlerden, istavrit ve çinekopa şükür ettiğimiz günlere nasıl geldik? Nüfus artışı kuşkusuz bu sorunun kalbinde yer alıyor. Bir şehrin nüfusunun artması aynı zamanda o şehrin ihtiyaçlarının ve atıklarının da artması anlamına geliyor. Avcılık baskısı ihtiyaç listesinin en başında gelen yemek ihtiyacının doğrudan bir sonucu. Her geçen yıl balık sayısı azalırken, balıkçı sayısı buna ters orantılı olarak artıyor. Bugün İstanbul genelinde her gün amatörüyle, profesyoneliyle binlerce insan balık peşinde koşturuyor. Elbette profesyonellerin, daha spesifik olmak gerekirse gırgırların verdiği zarar çok daha büyük. Daha Boğaz’a girer girmez tepesine gırgırların hücum ettiği balık bu dar kanaldan, tuzağa düştüğü güdüsüyle bir an önce kurtulmaya çalışıyor. Bu durumun yarattığı stres nedeniyle beslenme ikinci planda kalıyor. Doğal olarak da özellikle lüfer, palamut gibi göç balıkları Boğaz’da fazla oyalanmadan akıp geçiyor. Karadeniz’de çapariye dahi vuran balığın, Boğaz’a girdiğinde canlı zarganadan başkasına dokunmamasının başka kolay açıklanabilir bir izahı olduğunu düşünmüyorum.



Haliç 1980’lerin sonu

Her ihtiyaç giderildikten sonra ise ortaya bir “atık” çıkıyor. Yemek ihtiyacının oluşturduğu atıklar denizler ile evsel kaynaklı kanalizasyon olarak, diğer gündelik birçok ihtiyacın yan ürünü ise endüstriyel atık olarak denizlerle buluşuyor. Kirlilik sadece gözle görülen boyutla da sınırlı kalmıyor. Ulaşım ihtiyacı gürültü kirliliği yaratarak İstanbul Boğazı ve çevresini dünyanın en gürültülü su yollarından birisi haline getiriyor. Sonuç olarak kaynağı ne olursa olsun her türlü kirlilik hem yerli balıkları, hem göç balıklarını olumsuz etkiliyor.

Balık türlerinde ve sayısındaki azalmanın yanı sıra, bazı balık türlerinin zaten Boğaz ve çevresinde az olması da İstanbul’da kıyı avcılığını kısır kılan nedenlerin arasında yer alıyor. Çok güçlü akıntıları ve dik yamaçları ile bir sualtı kanyonu özelliğini taşıyan İstanbul Boğazı birçok balık türünün yerleşip, yayılması için sanılanın aksine çok da elverişli bir bölge değil. Güçlü akıntıya karşı tutunmak daha fazla enerji tüketmek demek. Balık büyüdükçe akıntının gücüne maruz kalan yüzey alanı da büyüdüğü için gerekli enerji daha da artıyor. Bu nedenle trofe sayılabilecek balık türlerini göç zamanları dışında Boğaz ve çevresinde ancak belli başlı batıkların çevresinde ve akıntısı daha zayıf koylarda bulmak mümkün olabiliyor.

İstanbul Boğazı’nın sular çekilse nasıl olacağına dair bir ilüstrasyon

Birçok balık türü avlanmak için sığ suları tercih eder. Avcı balıklar bu sığ sularda küçük balıkları, derin sulardakine göre çok daha rahatlıkla sıkıştırabilme imkanı bulur. Lüfer ailesinin iri bireyleri de avını sığ sulara sıkıştırıp avlamayı seven balıkların başındadır. Ne yazık ki lüferin bu şekilde avlanabileceği koyların çoğu bugün gırgırların işgali altında. Bu alanların aşırı baskı altında olması lüferin Boğaz’da yemlenmesine ve oyalanmasına engel oluyor.

İstanbul’da balık tutmanın keyfini kaçıran “balıksızlık” dışında başka etkenler de var. Türkiye’nin her yerinde olduğu gibi İstanbul’da da balık tutmaya olan ilgi gün geçtikçe artıyor. Kıyı balıkçılığının pahalı bir hobi olmaması, her kesimden insanı bu hobiyi en az bir kere olsun denemeye teşvik ediyor. Ancak asıl sorun kalabalığın kendisinden ziyade, içinden çıkan çürük elmalardan kaynaklanıyor. Çevresine ve avına saygısı olmayan insanlar ile değil beraber avlanmak, yan yana bulunmak dahi insanın hevesini silip süpürüyor.

Bir de tüm bu olumsuzluklar yetmezmiş gibi İstanbul’da balık tutmanın apayrı bir zorluğu söz konusu. İstanbul Boğazı’nın akıntılı ve derin sularından balık çıkarabilmek herkesin ilk seferde becerebileceği bir iş değil. Balığın kıyıya yanaştığı dönemlerde bu nispeten daha kolay bir iş. Ancak Boğaz sularının soğuyup, balığın alt suya indiği vakit kimi zaman 200 gram üstü kurşun ile 100 metre üzeri mesafeden ve metrelerce derinlikten balık çıkarmaya çalışmak insanın fiziki limitlerini zorlayabiliyor. Hele ki gelen balığın çoğu zaman kurşunun ağırlığından daha hafif olduğunu düşündüğünüzde yaptığınız avı sorgular duruma geliyorsunuz.

Ancak her şeye rağmen İstanbul yine de zaman zaman sürprizler yapmayı seviyor. Bu kimi zaman Sarayburnu’ndan çıkan adam boyu bir granyoz oluyor, kimi zaman Arnavutköy Akıntı Burnu’ndan çıkan baba bir levrek oluyor, kimi zaman kovalardan taşan kilolarca lüfer, palamut oluyor. Eski günlerinden uzak olsa da İstanbul’un dört yanını çeviren denizler halen İstanbul’un taşıdığı en değerli hazineler. Bu hazinelere sahip çıkmak, onları eski günlerine döndürmek ancak bizim duyarlılığımızla mümkün olabilir.

Küstüm, oynamıyorum

Her zaman balıktan mı bahsedeceğim, bu sefer de balıksızlıktan bahsetmek istiyorum. İstanbul’da yaşayan biri olarak Ağustos’u, Eylül’ü, ve bir parça da Ekim’i kıyı balıkçısının kahır ayları olarak görürüm. Söz konusu zaman dilimi her sene Ağustos başında başlayıp, Ocak ayına dek süren büyük göçün, katavaşyanın başlangıcıdır. Bu büyük göçte öncelik palamuta aittir. Temmuz sonunda Karadeniz girişinde kendini gösteren vonozlar, Ağustos ortalarına doğru serpilip oltaları ziyaret etmeye başlar. Ardından ay sonuna doğru ilk akın lüferler Yeniköy çakarı etrafında av verir. Sonrası ise köşe kapmaca gibidir. Lodosta palamut, kuzeyli fırtınalarda ise lüfer meydana çıkar. Ancak henüz bu zamanda balık sürüleri nispeten dağınık ve hareketli olduğundan balığın ne zaman, nerede ortaya çıkacağını kestirmek son derece güçtür. Bu dönemde palamuta çapari atanların bolca kol kası yaptıkları, lüfere yemli atanların ise oltanın ucuna bakmaktan yolda beride şaşı gezdikleri vakidir. Bu aylarda siz balığa gitmezsiniz, balık size gelir. Tabi o kadar şanslı ve sabırlıysanız…

Daha önceki yazılarımda bahsi geçtiği üzere, Mart ayında askerliğimin dönüşünü takiben ev arayışlarına girdim ve İstanbul’un köklü Boğaz semtlerinden biri olan Beylerbeyi’ne yerleştim. Burası hem iş yerime yakın olması, hem de Boğaz sahilinde olması açısından benim için çok ideal bir konumda bulunmakta. Özellikle günlerin uzun olduğu yaz aylarında denize yakın oluşumun çok faydasını gördüm. Akşam canım balık yemek istediğinde, iş çıkışı hemen üzerimi değiştiriyor, bir saat içinde tavalık balığımı çıkarıp eve dönüyordum. Ancak bulunduğum konumun ilk bakışta balıkçılık açısından avantajlı görünmesinin yanında dezavantajları da bulunmaktaydı. Öncelikle Boğaz’ın Avrupa yakasındaki avlaklara aşinaydım. Bu yakayı baştan öğrenmem gerekecekti. Birkaç ay içinde avlakları az çok öğrendim. Öğrenmesine öğrendim, fakat bu avlaklara hiç mi hiç alışamadım. Boğaz’da avlananlar bilir, Boğaz’ın Anadolu yakasındaki avlaklar Avrupa yakasındakilere hiç benzemez: Her şeyden önce Anadolu yakasında olta atılabilecek bölgeler, yalı evleri arasındaki çok sınırlı alanlara sıkışmış durumda. Bu nedenle balık zamanında verimli bölgeler inanılmaz kalabalıklara ulaşabiliyor. Buna ilaveten, sahil şeritleri hemen her yerde aşırı dar. En son Çubuklu’da insanların resmen yolun ortasına oturup yemli olta attığını görünce bu tarafın bana göre olmadığı kanaatine vardım.

Anadolu Yakası Boğaz Avlakları – Çubuklu
Sahil şeridinin genişliği bir metreyi anca buluyor.

Anadolu Yakası Avlakları – Kandilli
Palamut zamanı Kandilli. Görüntü sizi yanıltmasın. Olta atanların sayısından daha fazla oltacı arkada balığın girmesini bekliyor.

Ancak yeni muhitimin balıkçılığıma çok daha olumsuz bir etkisi oldu. Evimin birkaç kilometre ötesindeki avlağa gitme konusunda bile fevkalade üşengeç oldum. Ama bu haybeden bir üşengeçlik değil. Aslına bakarsanız Beylerbeyi bulunduğu yakadaki en verimli avlakların başında geliyor. Orta şiddette akıntısı, atış mesafesinde 20-25 metre arasına ulaşan derinlik, ve akın zamanında iyi av veren noktalarıyla çok da uzaklara gitmeyi gerektirmeyecek bir avlak.Nitekim, 1 ay boyunca fırsatını bulduğum her akşam üstü ama yarım saat, ama iki saat deneme yaptım. Buna haftasonu sabah suyu avlarını da dahil edebiliriz.

Fırsat bulmak demişken… Her hobide, her spor dalında, her uğraşta olduğu gibi balıkçılık da her şeyden önce bir zaman meselesidir. İstediğiniz kadar iyi takımlara sahip olun, istediğiniz kadar avlak bilginiz olsun, yakalayabildiğiniz balık doğrudan balığa çıkabildiğiniz zamanla orantılıdır. Eylül ayında neredeyse her hafta iş seyahati için şehir dışındaydım. Yine de halime şükretmem gerek ki, hala hafta sonlarını dilediğim gibi değerlendirme özgürlüğüne sahibim. İnsanın hayatına sorumluluklar eklendikçe, boş zamanı da aynı ölçüde azalıyor. Netice olarak, yazının başında belirttiğim gibi balığın sağının solunun belli olmadığı bu dönemde, haftanın bir veya iki günü av kovalamak balık tutmak için yetersiz kalabiliyor.

Tüm bunlar neticesinde bir aylık dönemde 25-30 saatlik uğraşın meyvesi 1 çinekop, üç beş kilo istavrit olabiliyor. Üstelik bu dönemde etrafınızdaki herkes muhteşem avlara da imza atıyor olabiliyor. Bu noktada ne “Küstüm, oynamıyorum” diyerek vazgeçmenin, ne de bu durumu kafaya takıp sabah akşam kısmetini zorlamanın amatör balıkçılığın felsefesine aykırı olduğunu düşünüyorum. Bu durum dönem dönem her amatör balıkçının başına gelebilir. Eğer bir gün siz de benim gibi çabalarınızın boşa çıktığı, patinaj yaptığınızı hissettiğiniz bir dönemden geçerseniz, herkesin kendi şartları dahilinde, çevresindeki koşullar el verdiği müddetçe avlanabildiğini ve bu uğraşta kimsenin kimseden üstün olmadığını kendinize hatırlatmalısınız. Azimli olmalı ama inatçı olmamalısınız. Sabırlı olmalı ama takıntılı olmamalısınız. Önünde veya sonuda “o balık” size gelecektir.

Dağdan İndim Denize – 1

Sonbahar ayları denizden uzak bir balık tutkunu için zorlu geçen aylardır. Balıkçılığın bu en verimli mevsiminde ardı ardına gelen balık haberlerini uzaktan takip etmek bir hayli can sıkıcıdır. Hele sezon böylesine hareketli başlamışken benim gibi, değil denize, su birikintisine dahi hasret yaşarsanız bir aşamadan sonra devreleri yakma noktasına gelirsiniz. Neyse ki, Ağustos ayının sonlarına doğru bu durumu öngörüp, iznimi balık sezonunun en hareketli olacağını düşündüğüm döneme, yani Ekim sonu, Kasım başına ayarlamıştım. Planımda her zamanki gibi hem İstanbul’da, hem Ege’de avlanmak vardı.

Ekim ayı canavar olarak nitelendirilen iri lüfer ve kofanaların Boğaz’a en yoğun giriş yaptığı dönemdir. Bu balıklar kendi türü de dahil olmak üzere, kendisinden daha ufak tüm balıkları önüne katarak oradan oraya gezdirir. Bir bakarsınız denizde kılçık dahi olmadığını düşündüğünüz anda, aniden önünüz savaş alanına dönüverir. Dakikalar içerisinde kovanızı, livarınızı doldurursunuz. Sonra bir anda balık geldiği gibi yok olur. Bundan dolayıdır ki, bu ay içerisinde ya çok iyi avlar yaparsınız, ya da avdan eliniz tamamen boş dönersiniz. Ekim ayı avları pek orta halli olmaz. Eğer biraz daha ufak balık tutmayı göze alırım, ama garantili av yapayım derseniz o zaman Kasım ayının ortalarından Aralık sonuna kadar olan dönemi seçmeniz daha isabetli olur.

Ağustos ortalarında başlayan palamut akışı, Ekim ayının sonlarına doğru hızını kaybeder. Ekim ayı sonrasında da palamut almak mümkünse de, yakalanan balığın hem miktarı, hem büyüklüğünde düşüş görülür.

Avlandığım Ege sahili için ise, Ekim-Kasım dönemi avlanmak için en uygun ayların başında gelir. Kıyıdan avlanabilen hemen her balık türünü bu dönemde yakalamak mümkündür. Bunun yanı sıra, avcılığından keyif aldığım kalamarlar da bu dönemde kıyılara inmeye başlar.

İznimden önceki son günleri bir yandan gelen balık haberlerini takip ederek, diğer yandan tüm bu olasılıkların hayalini kurarak geçirdim.

18 Ekim 2012

Tatilden haftalar öncesinden her türlü planlamaya başlamıştım. Planlamanın ilk ve en önemli ayağı av malzemelerimin İstanbul’a getirilmesiydi. İstanbul’daki evimi askere giderken boşalttığım için olta takımlarımın hepsini Ereğli’deki eve yollamıştım. Güç bela da olsa bunları İstanbul’a getirtmeyi başardım. Planlamanın ikinci ayağında ise av arkadaşlarımla takvimlerimizi çakıştırmak vardı. Neyse ki bu da çok zor olmadı. İzinler alındı ve programlar yapıldı.

Nihayet 18 Ekim sabahı İstanbul Boğazı’nın mis gibi iyot kokulu esintisini ciğerlerime çekiyordum. İlk işimiz sabahın aydınlanmasına yakın üst sularda sahte balıklarla lüferi aramak oldu. Yarım saatlik denememiz doğru zaman, doğru yer ve doğru takım üçlüsünden en az birinde yanıldığımızı gösterdi. Bunun üzerine rotamızı Boğaz’ın kuzey kıyılarına çevirdik. Hedef balığımız palamuttu. Senelerdir özellikle tekneyi Karadeniz’den çektiğimiz tarihten bu yana palamuttan yana yüzüm gülmüyordu. Hiç yakalamıyor değildim, attığımız sahtelere zaman zaman palamutlar geliyordu ama bunlar alışageldiğim takoz palamutlar değildi. Çingene veya çingene irisi denilebilecek 300-400 gramlık balıklardan büyüğüne denk gelemiyordum. Bu sene ise durum farklıydı. Kiloya yakın palamutlar acemisi, ustası bakmaksızın oltaları şenlendiriyordu. Benim de amacım bu iri palamutlar ile uzun süren hasretime son vermekti. Ancak içimde bir tedirginlik vardı. Palamut yapısı itibariyle sürekli harekete ihtiyaç duyan bir balıktır, haliyle oluşturduğu sürüler de benzer davranış gösterirler. Bir gün çok güzel av veren yerde, ertesi gün palamutun izine rastlayamazsınız. Veya balık daha ufak sürüler halinde ve daha dağınıksa, balığın önünüzden geçtiği dakikalarda hatta saniyelerde oltanızın balığın suyunda olması gerekir. Kısacası, palamut avında diğer avlarda olduğundan daha fazla şans faktörü söz konusudur.

Sabahın ilk ışıklarıyla hepimiz oltalarımızı Boğaz’ın serin sularıyla buluşturduk. Palamut hemen her su katmanında bulunabildiği için avcılığını da buna uygun yapmak gerekiyor. Bu nedenle ilk atışımda kurşunun dibe kaç saniyede indiğini saydım ve sonraki atışlarımda buna uygun olarak sahteyi farklı seviyelerden çektim. Bu esnada avlaktaki diğer balıkçıların takım dibe indikten sonra sahteyi olanca hızıyla aralıksız çektiğini gözlemledim. Geçmiş senelerde teknede yaptığım palamut avlarında palamutun bazen sadece yüksek süratte çapari yediğini, hatta uzaktaki oynağa yetişmek için son gazda giderken bile takıma balık taktırdığımızı bilirim. Balığın yine hız istiyor olabileceğini düşünerek ben de benzer yöntemi, sadece ara ara hızımı yavaşlatıp tekrar artırarak uyguladım. İlk yarım saatte dipten de çeksem, yüzeyden de çeksem, ağır da çeksem, hızlı da çeksem gelen giden olmadı. Bunun üzerine takımda ufak bir değişikliğe gidip, sahteyi küçültme kararı aldım. Amacım, sahtenin görünür hızını artırmaktı. Burada bir parantez açıp görünür hızdan ne kastettiğimi açıklamam lazım. Bir karınca ve bir kaplumbağayı ele alalım. 1 cm’lik karınca 10 sn’de 40 cm yol alırken, 10 cm’lik bir kaplumbağanın 10 sn’de 60 cm yol aldığını farz edelim. Bu durumda kaplumbağanın mutlak hızı, karıncanın hızından fazla olacaktır. Ancak karınca aynı süre içinde boyunun 40 katı kadar yol alırken, kaplumbağa yalnızca 6 katı kadar yol alabilmiştir.Aynı durumu sahte balıklara uyguladığımızda 13 cm’lik bir sahte tek turda 100 cm’lik yol alırken boyunun aşağı yukarı 8 katı kadar mesafe katetmiştir, halbuki 5 cm’lik bir sahte aynı turda boyunun 20 katı kadar yol alacaktır. Bu da küçük sahteye göreli olarak daha hızlı kaçıyor izlenimi verecektir. Değişikliği yapmamın ardından çok geçmemişti ki, sahte balık yaklaşık 20 metre ilerimde çakılı kaldı. Bunu sonrasında palamutun sert kafa atışları izledi. Güzel bir balığa benziyordu. Denizden uzak geçirdiğim günlerin verdiği yükten olsa gerek biraz fazla heyecan yapsam da balığı kıyıya aldım. Yıllardır hasret kaldığım boyda, isminin hakkını verebilecek bir palamuttu.

Balığı ellerimin titremesini zaptederek üçlü iğneden çıkardım. Belki tesadüftü, belki yaptığım değişiklik işe yaramıştı. Her ne olursa olsun mutluydum, önemli olan da buydu. Bir süre daha aynı sahte ile devam ettim. Bu esnada av arkadaşlarımdan Emre de biraz daha ince de olsa bir palamutu kandırmayı başarmıştı. 5 cm’lik sahte ile yeterince ısrarcı olduğuma inanıp, 7 cm’lik sahtelerimi denemeye başladım. İkinci sefer ağırlık biraz daha açıkta bindi oltaya. İlk balığı aldıktan sonra bu bonusu olacaktı, bu yüzden içim rahattı. Çok tedirgin olmadan, keyfini çıkara çıkara, doya doya balığı kıyıya kadar getirdim. Bu seferki öncekinden bir boy daha büyüktü. Sudan kaldırırken oltanın esnemesini iyi hesaplayamayıp balığı duvara çarptırsam da düşmedi.

Şanslı günümdeydim. Öğle saatlerine dek denemelerimize devam etsek de sahilde başka balık çıkmadı. Etrafta pek balık çıkmazken 2 balık güzel skordu. Hatta bunca zaman özlemini çektikten sonra bu boydaki 2 balık her türlü güzel skordu. Uzun zamandır hayalini kurduğum av macerasına çok güzel bir başlangıç yapmıştım.

 

Kırgın

Bu yazıya Gebze’de kar fırtınası nedeniyle 2,5 saat yolda mahsur kaldığım esnada başladım. Karayel ile güçlenen tipi, gökyüzünden yağdırdığı kar yetmezmiş gibi, bir de çevredeki karı yola süpürüyor, zaten kilitlenmiş yolu iyice gidilmez hale getiriyordu. Fırtına aslında bir gün evvelinden başlamıştı. Daha önceki akşam aklımdan tam kırgın havası diye geçiriyordum; hatta balığa olan düşkünlüğü nedeniyle uğraşmayı sevdiğim bir arkadaşıma yalandan “Kabataş’ta balık kırılmış, kepçeyi al koş” diye takılmıştım. İki günü aşkın süredir devam eden kuvvetli fırtına, üzerine nehirlerden ve şehir şebekesinden denize karışan tonlarca kar suyu… Hepsi olası bir kırgının habercileriydi. Ben de yolda geçireceğim sıkıntılı saatleri bu yazıyı yazarak değerlendirmeye karar verdim.
İstanbul’da kırgın denince akla gelen ilk resim… Kırgında su yüzüne vuran torikleri kepçeleyen balıkçı… Muhtemelen 50’li-60’lı yıllardan kalma. O günler ile günümüzdeki kırgınları kıyaslayınca balık nüfusundaki azalma anlaşılabiliyor. Artık kırılacak balık bile kalmamış.
Sıcaklık, tuzluluk ve sudaki oksijen oranı balıkların yaşamını doğrudan etkileyen faktörler arasında ilk sıraları alır. Balıklar besinden önce bu etkenlere bağlı olarak yaşam alanlarını belirler; söz konusu faktörlerin herhangi birinde hayatta kalmasını zorlaştıracak bir değişim olması durumunda ise bulunduğu yaşam alanını terk ederek göç ederler. Söz konusu etkenlerin balığın göç etmesine imkan tanımayacak denli hızlı değişmesi durumunda ise genel olarak kırgın diye adlandırılan olay meydana gelir. Suyun sıcaklığında, tuzluluğunda veya oksijen oranında gerçekleşen ani değişimler balığın fizyolojik aktivitesinin düşmesine veya ölümüne yol açar.
Peki, sudaki bu ani değişimler nasıl meydana gelir? Bu sorunun onlarca cevabı olmakla beraber, en sık yaşanan durumlardan bazılarını burada özetleyebiliriz.
Ani Sıcaklık Değişimleri : Termoklin Tabakasındaki Değişimler
Kendi vücut sıcaklığını sabitleyemeyen tüm canlılar gibi balıkların da yaşamsal aktivitesi ortam sıcaklığına çok duyarlıdır.  Yine aynı şekilde diğer tüm canlılarda olduğu gibi her balık türünün de ideal yaşam sürebileceği sıcaklık aralığı farklıdır. Bununla birlikte çoğu balık türü kendisi için ideal olmayan ortam sıcaklıklarına da uyum sağlayabilme ve bu sıcaklıklarda hayatını sürdürebilme yetisine sahiptir. Balıklar bu sıcaklık değerlerinde vücut aktivitelerini azaltmak, derilerinden daha fazla mukoza salgılamak gibi önlemlere başvurarak hayatta kalmayı başarabilir. Ancak sıcaklık değerlerinin aniden değiştiği durumlarda balıklar son derece savunmasızlardır. Şimdi bu sıcaklık değişimlerinin denizlerde nasıl gerçekleştiğini inceleyelim.
Termoklin tabakaları iki farklı yoğunluktaki su kütlesinin birbirinden keskin bir biçimde ayrıldığı bölgelerde oluşur. Işığın, yoğunluğu farklı ortamlardan geçerken kırılması nedeniyle oluşan flu görüntü bu tabakaların en belirgin özelliğidir.  Suyun yoğunluk oranını belirleyen etmenler – bu bazen tuzluluk, bazen su sıcaklılığı, bazen de her ikisi birden olabilir – suda termoklin tabakalarının oluşumuna yol açar. Akıntılara, derinliğe, dip yapısına ve daha birçok faktöre bağlı olarak yüzeyden dibe kadar olan su kütlesinde çok sayıda termoklin oluşabilir. Termoklinler kimi bölgelerde anlık koşullara bağlı olarak oluşmakla beraber özellikle iki farklı yapıdaki su kütlesinin birbirine bağlandığı boğaz benzeri yapılarda süreklidirler. Öyle ki, bu termoklinler söz konusu bölgelerde tamamen farklı iki ekosistemi birbirinden ayırır. Yanı başımızdaki İstanbul Boğazı örneğinden yola çıktığımızda, dahası Marmara’yı büyük bir kanal olarak ele aldığımızda yaşam belirli derinliklerde keskin bir şekilde birbirinden ayrılır. Bu bölgede termoklin tabakasının üstünde kalan sular daha az tuzluluk oranı, daha bol oksijen isteyen çoğunluğu Karadeniz kökenli veya göçmeni canlılara ev sahipliği yaparken, termoklin tabakasının altında kalan bölgede Akdeniz’e ait mercan, kalamar, deniz kestanesi, deniz yıldızı gibi canlılar barınır. Bazı canlılar bu tabakalar arasında geçiş yapabilse de iki farklı ekosistemin özellikleri birbirinden neredeyse tamamen ayrıdır. Derin sular daha tuzlu olup yaz kış 14-15 derecenin altına inmeyen sıcaklıklara sahipken, yüzey suyu denize dökülen tatlı suların etkisiyle daha az tuzlu, yazın güneşin etkisiyle daha sıcak, kışın ise akarsu ve eriyen kar sularının etkisiyle daha soğuk koşullara sahiptir. İşte bu farklı koşullara sahip olan kütlelerin çeşitli dinamikler sonucunda seviyelerinin değişmesi veya birbirine karışması durumunda kırgın oluşur. Bunun İstanbul Boğazı’nda yaşanan en belirgin özelliği kış aylarında kuvvetli kuzeyli fırtınaların Karadeniz’i Boğaz’a yığmasıyla çok düşük derecelerdeki üst su kütlesinin alt su akıntısını süpürmesiyle yaşanır. Bu durumda termoklayn hattının altında yaşayan canlılar hem çok düşük sıcaklıktan, hem de ani sıcaklık değişiminden etkilenirler. İstanbul Boğazı ve çevresinde meydana gelen kırgınların oluşma sebebi çok büyük oranda bu nedene dayanır.
Suda Çözünmüş Oksijenin Tükenmesi : Hipoksi ve Anoksi
Suda çözünmüş oksijenin iki temel kaynağı vardır. Su yüzeyi sürekli olarak temasta olduğu hava ile oksijen alışverişi yaparken, sualtında da bitkiler ve fitoplanktonlar fotosentez yaparak suya oksijen sağlar. Öyle ki, fitoplanktonlar tarafından üretilen oksijen sadece denizler için değil, yeryüzü için de büyük önem taşır. Bu miktar dünya üzerinde fotosentez ile üretilen toplam oksijenin yarısını oluşturur. Ancak bu oksijen transferi ve üretimi sadece belirli bir derinliğe kadar gerçekleşir. Havadan suya oksijen transferi sadece yüzeyde, fotosentez ise ışığın ulaşabildiği en son derinliğe kadar –bu da çoğunlukla ilk 100 metrede- meydana gelir. Derin sular oksijenin sudaki difüzyonu, ve dikey su sirkülasyonu sayesinde oksijen alabilirler. Bu durum doğal olarak derinlere doğru gittikçe oksijenin azalmasına neden olur. Karadeniz örneğinde olduğu gibi dikey sirkülasyonun çok az olduğu denizlerde belirli bir derinlikten sonra oksijen tamamen tükenebilir. Göl, körfez, veya düşük debili akarsularda özellikle yaz aylarında sıcaklığa bağlı olarak suda oksijen çözme kapasitesi azalmaktadır. Bir de bunun üstüne bu sulardaki organik etkenli kirlenme ile artan mikroorganizmaların oksijen tüketimi eklenince bahsi geçen  dönemlerde söz konusu bölgelerde sıklıkla toplu balık ölümleri görülebilmektedir.  Açık denizlerde ise dipteki hipoksik veya anoksik su kütlesinin çeşitli nedenlerde yüzeye çıkması ile balık kırımı meydana gelir.  
Diğer Nedenler
Alt başlıklarda belirtilenler dışında deniz suyunun tuzluluk oranındaki ani düşüşler, doğal veya doğal olmayan yollardan suya toksik madde karışımı, hastalıklar balık kırgınlarını açıklayan nedenlerdir. Bahsi geçen nedenler ele alındığında toplu balık ölümlerinin doğal kaynaklı olduğu kadar, insan kaynaklı olarak meydana geldiği ortaya çıkmaktadır. Kırgınlar kimi zaman doğanın bir parçası dahi olsa, aşırı avlanma, kirlilik gibi nedenlerle balık stoklarının giderek azaldığı günümüzde çok daha kritik bir etki doğurmaktadır. 90’lı yılların başında Marmara Denizi’nde yaşanan büyük kırgında baltabaş karagöz türü neredeyse tüm Marmara’dan silinmiş, geçtiğimiz yıl Boğaz çevresinde meydana gelen kırgın sonrasında ise yerleşik izmarit popülasyonunda ciddi azalma görülmüştür.
Yaklaşık 3 saat süren maceralı bir yolculuk sonrası eve geldiğimde televizyonlar ellerinde kepçe ile balık toplayan insanların görüntülerini gösteriyordu.