Kategori arşivi: Lüfer

Lüferine Sahip Çık

Gördüğünüz en büyük lüfer ne kadardı? Tezgahta da olsa aşağıda paylaştığım fotoğraflardaki kadar büyüklerini gördünüz mü hiç? Bunca yıllık amatör balıkçıyım, ben görmedim. Çoğunuzun da görmediğine eminim. Boğazlarımızdaki lüfer katliamı devam ettiği sürece bu büyüklükte kofanaları bizim sularımızda görmek mucize olur. Aslında çok ender de olsa sularımızda fotoğraflardakilere yakın boyda kofanalar var. Onlar da boğazlardan göç etmeyip Ege ve Akdeniz’de yatak yapan bireyler. Sadece bu bile sorunun kaynağını gözler önüne seriyor.

Daracık bir boğazdan göç etmek zorunda olan lüfer yavruları burada dünyanın en teknolojik av vasıtaları ile limitsiz şekilde avlanıyor. Bir gırgır teknesinin tek ağ serişinde 500 bin tl’lik balık yakalayabildiğini biliyor muydunuz? Üstelik bu devasa tekneler yedek tekneleri sayesinde uzun süre neredeyse hiç karaya uğramadan aralıksız avlanabiliyor. Lüfer nerede, gırgır ağaları orada. Daha büyüyüp üreme şansı bulamadan ilk göçlerinde geçmek zorunda kaldıkları daracık boğazda etrafları çevriliveriyor. Henüz 20 cm ve 80 g iken milyonlarcası küpeştelerine kadar dolduruyor gırgır teknelerini. Gırgır ağaları için çok karlı iş doğrusu. Onlar ceplerini doldurup filolarına milyarlık yeni gemiler eklerken vatandaştan balığa verecek 25-30 tl’si olanlar 15 tanesi ancak bir kilo gelen çinekoplarla lüfere olan hasretlerini gidermeye çalışıyor. Peki ya dar gelirli vatandaş ne yapıyor? Onlar da hamsinin küçüğünü, mezgitin eziğini, uskumrunun ithalini yiyebiliyor ancak.

Böyle giderse korkarım lüferin sonu da bizim yerli uskumrulara benzeyecek. Bir kaç on yıl öncesine kadar Marmara ve boğazlarda çaparileri iğne iğneye dolduran uskumrular artık Çanakkale boğazından yukarıya çıkmaz oldu. Ne olurdu sanki salına salına gezinselerdi Marmara’da, Karadeniz’de. Babalarıyla balığa çıkan çocukların ilk tuttuğu balık uskumru olsaydı. Bir tanesiyle bir kişinin karnı doysaydı. Ta Norveç’lerden buzların içinde gelen uskumruları yemek zorunda kalmasaydık. Ne kılıç kaldı geriye, ne de orkinos. Göç yolu boğazlardan geçen bütün balıkları teker teker yok ediyoruz. Sırada lüfer var. Bugün satın alıp yiyemesek de kilosu 100 tl’ye satılan lüferleri tezgahta görebiliyoruz. Böyle giderse çocuklarımız hiç göremeyecek. Sorunun çözümü çok basit aslında. Lüferi kurtarmanın tek yolu zorunlu göç koridoru olan boğazları gırgır ve çevirme ağlarına kapatmak ve lüfer avlanma limitini 28-30 cm’e çıkartmaktan geçiyor. Böylelikle lüferi 80 g yerine 300 g iken ve en az 1 sefer üreme şansı bulduktan sonra avlamış oluruz. Basit mantık. 1 sene bekle, 1 balıktan 4 kat et ve milyonlarca yeni nesil elde et. Mecliste bunu yapabilecek babayiğit var mı sizce? Varsa gösterin alnından öpeyim…

Neye Niyet Neye Kısmet

Balık işi bazen gerçekten şans işidir. Saatlerce boşa olta atarsınız, siz gittikten hemen sonra balık başlar. Ya da alakasız bir saatte kıyıya müthiş bir sürü iner, siz meraya varmadan hemen önce balık keser. Özellikle lüfer avında daha çok başımıza gelen bir durumdur bu. Lüferin avlandığı saati kestirmek zordur. Daha çok sabah ve akşam saatlerinde av verse de kalabalık sürüler halinde günün herhangi bir saatinde kıyıya inip av verdiği de olur. İşte bu noktada şans devreye girer. Böyle bir sürüye denk gelecek kadar şanslıysanız eğer, ummadığınız bir zamanda hayatınızın en keyifli avını yapabilirsiniz. Ya da başınıza yıllar önce benim başıma gelen gibi bir olay gelebilir.

2007 sonbaharı İzmit Körfezi’nde lüferin bereketli olduğu bir sezondu. Modern spin takımlarıyla tanışmadığım, ağır kamış ve makinelerle at-çek yaptığım yıllardı. Bir sabah yine kaşığıma yapışacak lüferlerin hayaliyle hava aydınlanmadan önce lüfer merasındaki yerimi kapmıştım. Merada benim haricimde en az elli kişi daha at-çek saatinin gelmesini bekliyordu. Sabah ezanından 15 dakika sonra lüferler saldırıya geçti. Sırayla herkes kaşıklarına yapışan dişli canavarları çekmeye başladı. Kimine vurdu bıraktı, kimi kıyıya çok az kala kaçırdı, kimi de havada çılgınlar gibi çırpınan lüferleri kaldırıp arkasına atmayı başardı. Sürü kıyıda 10 dakika yoğun biçimde avlandıktan sonra tekrar kayboldu. O sabah lüfer alamayan kimse olmadı. Şanslı olanlar üçer beşer lüfer çıkarmayı başarırken daha az şanslı olanların kovasında tek lüfer vardı. Kovamdaki 3 lüfer ile ben de günün şanslılarından sayılırdım.

Balık kestikten sonra yarım saat daha olta atıp evimin yolunu tuttum. Niyetimde öğlene doğru gelip tekrar denemek vardı. Son zamanlarda öğlen saatlerinde de çok güzel lüfer yaptığını duymuştum. Adam başı 20-30 parça gibi rakamlar telaffuz ediliyordu. Öyle bir sürüye denk gelmek en büyük hayalimdi. Evime gidip kahvaltımı yaptıktan sonra saat 11:30 gibi tekrar lüfer merasına döndüm. Meraya vardığımda yaklaşık 20 balıkçıyı oltalarını kayaların arasına dikmiş, muhabbet eder halde buldum. Olta atabileceğim uygun bir yere geçip “Rast gele, var mı balık?” diye sordum. Balıkçılardan biri “Geç kaldın. Saat 10 gibi bir balık başladı. 1 saat boyunca herkes at-çek lüfer çekti. Sonra balık kesti.” diye cevap verdi. İkna olmak için balıkçıların yan ayana duran 3 kovasına baktım. Kovaların hepsi tepeleme lüferle doluydu. Resmen dünyam yıkıldı. Hayatımın lüfer avını kaçırmıştım. Ne vardı ki eve gidecek. Şurada oturup sürünün gelmesini bekleseydim keşke diye kendime kızdım.

Yapacak bir şey yoktu. Sürüden kalan son balıkları kandırabilmek umuduyla at-çek yapmaya koyuldum. 15 dakika boyunca durmadan atıp çektiğim halde vuran olmadı. Sürü tamamen kaybolmuş gibiydi. Şansıma küsmekten başka yapabileceğim bir şey yoktu. Nafile atışlarıma devam ederken aklıma bir şey geldi. Belki de balık derine inmişti. Bir kaç kez de kaşığı tamamen dipten çekerek denemeye karar verdim. 50 metre kadar salladığım kaşığımın dibe batmasını bekledikten sonra orta hızda çekmeye başladım. 10 m kadar sardıktan sonra oltam dipte bir şeye takılmış gibi mıhlanıp kaldı. Dibe takılıp takılmadığını anlamak için kamışımı yukarı kaldırdığımda kafa darbelerini hissettim. Hayır dibe takılmamıştı. Oltanın ucundaki çok sağlam bir balıktı. Birden vücudum adrenalinle doldu. Oltanın ucundaki ne olduğunu bilmediğim balıkla mücadele ederken çevremdeki balıkçılar da yanıma gelip beni seyretmeye başlamışlardı. “Levrektir o.” gibi tahminlerde bulunduklarını duyabiliyordum. Ben ağır ağır çekerken balık da fişeklemek yerine sert kafa darbeleri vurarak mücadele veriyordu. Balık kıyıya yaklaştıkça heyecanım daha da arttı. Oltamın ucundaki levreğin pırıl pırıl görüntüsü görmek için sabırsızlanıyordum. Balık kıyıya iyice yaklaşınca görmeyi beklediğim pırıl pırıl levrek yerine kıpkırmızı bir balık çıktı karşıma. Kısa bir şaşgınlıktan sonra oltanın ucundakinin dev bir kırlangıç olduğunu anladım. Hayatımda ilk defa bu boyda bir kırlangıç yakaladığımdan kaçmaması için dua ederek çekip balığı dışarı almayı başardım.

2007 sonbaharından bugüne kadar geçen zaman içinde o kırlangıçtan daha büyüğünü yakalayamadım. O gün lüfer bereketini kaçırmamış olsaydım belki de bu güzel kırlangıcı yakalayamamış olacaktım. Bu şans değil de nedir? Bazen her şeyi doğru yapsanız da kısmetinizde yoksa olmuyor. Kısmetinizde olan balık da alakasız bir zamanda kaşığınıza atlayıp sizi bulabiliyor. Atalarımız boşuna dememiş. Rast gele…

Tanıdık Bir Yüz

29.09.13 – Cuma akşamı yoğun ve yorucu bir mesainin ardından biraz da geç yatınca cumartesi sabahı 05:00’da çalan telefonumun alarmı beni yataktan kaldırmaya yetmedi. Bir gün aradan sonra pazar sabahı dinç ve enerjik bir şekilde uyanıp kendimi deniz kenarına attım. Diğer günlerin aksine su üstünde hiç bir hareket yoktu. Hava aydınlanmadan başladığım sahte balık denemelerimden sonuç alamayınca 06:10’da efsane kaşığımla denemeye başladım. Çok geçmeden bir vuruş aldıysam da 5 m bile saramadan balık kurtuldu. Vakit kaybetmeden denemeye devam ettim. Saat 06:36’da çok uzakta bir vuruş daha aldım. Balığın suyun dışına vurmaması için kamışın ucunu olabildiğince suya sokup boşluk vermeden sarmaya başladım. Yarı yolda oltanın ucundaki ağırlık hafifledi. Balık bana doğru yüzmeye başlamıştı. O kıyıya doğru fişeklerken ben de süratle misinanın boşunu aldım. Tahmin ettiğim gibi kıyıya 5 m kala balık yön değiştirip tekrar basmaya başladı. O esnada kendini suyun dışına atıp müthiş bir hızla vücudunu silkeledi. Lüferin en etkili kurtulma taktiği işe yaramamıştı. Balık hala kaşığın ucundaydı. Bir kaç tur daha sarıp balığı arkama fırlattım. Otların arasına düşünce savaşı kaybettiğini anladı. Sarı gözleriyle bana bakarken hırsından dişlerini sıkıyordu. Sonra birden yüzüm ona tanıdık geldi. Geçtiğimiz sene bu günlerde bir kez daha karşılaşmıştık. Onu incitmeden kancadan çıkarıp suya bırakırken “büyü de gel” deyişimi hatırladı. Sıktığı çenesi gevşedi. Bakışlarına sinirden çok vakur bir ifade yerleşti. Bu bakış, kaderine razı olmanın bakışıydı…

Uzun Olta Lüferleri

2002 yılında Tuzla’da ilk lüferimi yakaladığım günden bugüne kadar imkanlarım ve tecrübem dahilinde her sezon lüfer yakalama şansı buldum. Bazı seneler lüfer bol, bazı seneler seyrekti. Bazı seneler imkanlarım kısıtlı olduğundan çok fazla balığa gidemedim, bazı senelerse sezon boyu lüfer peşinde koşturdum. Şimdiye kadar lüfer avında ağırlıklı olarak kıyıdan at-çek yöntemini uyguladım. At-çek yönteminin yanında bazı dönemler canlı yem ile hırsızlı takım, yaprak yem ile zoka ve çok nadiren mantarlı dip takımı kullandığım da oldu. Ama bu seneye kadar lüfer deyince belki de ilk akla gelen takım olan uzun oltayı tecrübe etme fırsatım olmamıştı.

Son yıllarda cinsel olgunluğa ulaşıp üreme şansı bulamadan özellikle boğazlar çevresinde aşırı miktarda avlanan lüfer neslinin hızla azalması sonucunda lüferin hala kısmen av verdiği yerler dışında geleneksel uzun olta avcılığı da unutulmaya yüz tutmuştur. Yıllar önce uzun olta ile avcılık yapan yaşlı balıkçılar artık bu yöntemi uygulamaz olmuş, benim de içine dahil olduğum yeni nesil balıkçıların büyük bir kısmı ise uzun olta yöntemini tecrübe etme şansı bile bulamamıştır. Şükürler olsun ki son birkaç yıl içinde denizlerimizdeki lüfer nesli açısından sevindirici gelişmeler yaşandı. Eskiden sadece boğazdan geçişi esnasında ve ticari balıkçılığın yasak olduğu korunaklı sahalarda av veren lüferi artık Marmara ve Karadeniz kıyı şeridi boyunca bir çok yerde yakalamak mümkün. Son 3 senedir yaşadığım Samsun’da her sezon bir önceki sezondan daha fazla sayıda lüfer yakalama şansı buldum. Denizlerimizdeki lüfer artışıyla birlikte, lüfer peşinde koşan amatör balıkçıların sayısı da arttı. Bir kaç yıl öncesine kadar lüfer yakalayabilmek çok büyük bir olayken, artık bu hobiye yeni başlayan amatör balıkçılar bile biraz emek harcayıp sabırlı olduğu taktirde lüfer yakalar hale geldi.

Kıyıdan lüfer avında kullanılan yöntemlerin başında, çeşitli kaşıklar ve sahte yemlerle yapılan at-çek yöntemi gelir. Özellikle lüfer sürülerinin avlamak için toplu olarak kıyıya indiği saatlerde at-çek yöntemi ile bereketli avlar yapılabilir. Tekneden lüfer avı denilince ise akla ilk olarak uzun olta gelir. Lüferin yoğun olduğu bir merada uzun olta ile dolaşıldığı taktirde gün boyu güzel balıklar alınabilir. Hele de yem olarak canlı zargana kullanılırsa avın verimi katlanmış olur. Samsun’un eski üstadlarından olan Özkan Gadiş abim de son 2 senedir uzun oltayla çok bereketli avlar yapıyor. Sağ olsun sezon başında beni de teknesiyle balığa çıkmaya davet etti. Eylül başında Özkan abiyle birlikte hayatımda ilk defa uzun olta yöntemini tecrübe etme fırsatı buldum. Zaman sıkıntısından dolayı kısa kesmek zorunda kaldığımız avda yakaladığım 1.4 kg’lik bir levrek ve orta boy bir lüfer ile uzun oltadaki ilk siftahlarımı da yapmış oldum.

İlk uzun olta tecrübemden sonra yoğun iş temposu, hava muhalefeti derken uzun bir süre tekneyle balığa çıkma şansı bulamadım. Ekim başından itibaren kıyı avlarımda yakaladığım lüferler de kaybolunca lüfer sezonun kapanmak üzere olduğunu düşündüğüm için uzun oltadan ümidimi kesmiştim. Ta ki 11 Ekim akşamı Özkan abi arayıp heyecanlı bir şekilde anlatmaya başlayana kadar: “Savaş, bugün denizde bir kofana sürüsü gördüm aklın hayalin durur. Balıklar teknenin altından bulut gibi akıyordu. Senin verdiğin jig ile deneyecektim ama uzun oltayla aldığım kofanalardan biri kamışın ucundan denize sarkan jigin bağlı olduğu misinayı ısırıp kopardı. Güzelim jig denize gitti. Uzun oltanın kurşununu suya salmama bile fırsat kalmadan yapıştı balıklar. Yakaladığım balığın arkasından adeta ordu geliyordu. Akşam üzeri çıktığım halde 13 tane kofana aldım. Yemim olsa daha çok alırdım.” Özkan abi o kadar hızlı ve heyecanlı bir şekilde anlattı ki kafam yine allak bullak oldu. Teknenin altında dolaşan, misinaları ısırıp jigleri denize düşüren kofana orduları… Böyle ilginçlikler hep Özkan abiyi buluyor. Söyleyecek pek bir söz bulamadım. Ertesi sabah 07:00’da kahvaltıyı birlikte yaptıktan sonra denize açılmak üzere sözleştik.

Balıkla alakalı konuşulacak o kadar çok şey vardı ki sabahı bekleyemedik. O akşam Özkan abinin daveti üzerine takım hazırlamak ve muhabbet etmek üzere eşimle birlikte Özkan abinin evine konuk olduk. Bu vesileyle eşlerimiz de yüz yüze tanışmış oldu. Hoş bir muhabbet eşliğinde ertesi gün kullanacağımız takımları hazırlamaya koyulduk. Sanat eseriyle uğraşır gibi en küçük ayrıntısına kadar özenerek uzun olta takımlarını hazırlayan Özkan abiyi seyrettim. İki kancayı palalarından sımsıkı sararak birleştirdi. Kancaların birbirinden ayrılmaması için üst üste iki piyan attıktan sonra üzerine parlatıcı sürerek yapıştırdı. Çift uçlu bu kanca ile takımın ilk kancasını oluşturdu. “Bu kancayı ısıran balığın kurtulma ihtimali çok düşük. Alt ve üst çeneden girdiği zaman balık ağzını bile açamıyor.” diyordu. Çelik telin üzerine çift uçlu kancanın peşi sıra sabit iki kanca daha yerleştirdikten sonra en üste de hareketli gaga kancasını bağladı. Gaga kancasının hareketli olması için piyan bağını çok sıkı yapmamak ve parlatıcı sürmemek gerektiğini öğrendim. Özkan abiyi dikkatle izledikten sonra birkaç takım da ben hazırladım. Özkan abinin hazırladıkları kadar güzel olmasa da ilk sefer için fena sayılmazdım.

12 Ekim sabahı alelacele kahvaltımızı edip denize açıldık. Uzun olta çekeceğimiz meraya geçmeden önce en önemli görevimiz zargana yakalamaktı. Liman mendireği boyunca kıyı yollu ipek çektik. Yüzeyden çektiğimiz ipekli takımla takip aldığımız halde balık yakalayamayınca motoru stop edip zargana topu ve yem ile denemeye karar verdik. Bu şekilde 1 saat içinde 5 adet zargana yakaladıktan sonra benim ısrarlarım üzerine zargana yakalamayı bırakıp uzun olta çekeceğimiz meraya geçtik. Meraya vardığımızda ikimizde heyecanlı bir şekilde takımlarımızı canlı zargana ile yemleyip suya saldık. Ortasında fırdöndü bulunan 8 kulaç boyundaki 0.28 mm’lik köstek denize aktıktan sonra üçlü fırdöndüye bağlı olan 150 g’lık kurşunumu dibe indirip 1 kulaç geri topladım. Oltalarımızın ucundaki zarganalar deniz tabanının biraz üzerinde yüzerken biz de bütün dikkatimizi elimizdeki oltalara vermiş balığın vurmasını bekliyorduk.

Yemleri suya indirmemizin üzerinden 2 dakika bile geçmeden Özkan abi ilk vuruşu aldı. Gelen yarım kilolun üzerinde bir kaba lüferdi. Balığı çabucak kancadan çıkarıp kovaya attıktan sonra takımını canlı zarganayla yemleyip tekrar suya saldı. Balığı aldığımız bölgede 5 dk kadar dolaştıktan sonra Özkan abi bir lüfer daha aldı. “Savaş, aşağısı yine balık kaynıyor. Çok güzel bir sürü var.” dediği halde bende tık yoktu. Her an balık vuracakmış gibi bütün sinirlerim gerilmiş halde beklerken elimdeki misinanın üzerine aniden bir yük bindi. İçimden derin bir “oh” çekip çekmeye başladım. Kurşunu içeri aldıktan sonra oltanın ucundaki balığın kafa darbeleri daha iyi hissedilmeye başladı. Suyun içinde zigzaglar çizen misinayı boşluk vermeden toplayıp botun yanına getirdiğim balığı seri bir hareketle içeri aldım. Yakaladığım balık yaklaşık 800 g’lık muhteşem bir kofana adayıydı. Balığı kancadan çıkarmaya çalışırken alt ve üst çenesinin uzun olta takımının ucundaki çift uçlu kancaya geçtiğini fark ettim. Özkan abinin dediği gibi bu şekilde yakalanan bir balığın havada taklalar atsa bile kurtulma ihtimali çok düşük. Balığı kovaya attıktan sonra takımı tekrar yemleyip denize koyverdim. İkimizin oltasının ucunda da son canlı zarganalar takılıydı. Dümeni hafifçe balıkları aldığımız kerterize doğru kırdık. Özkan abi ” Dönüş yaparken dikkat et. Aşağısı çok kayalık, kurşun dibe takılabilir.” diye uyardı. Takımı bir miktar yukarı kaldırmak için toplamaya başlamıştım ki elimde tuttuğum misina ağırlaştı. Dibe mi takıldı diye düşündüysem de gelen balıktı. Ben balığı çekerken bir vuruş da Özkan abi aldı. Sakin bir şekilde çekip balığı botun içine almayı başardım. Özkan abinin balığı ise yarı yolda oltadan kurtuldu.

Yakalamak için 1 saat uğraştığımız 5 zarganayla 15 dakika içinde 5 vuruş alıp, kovamıza 4 iri lüfer atmıştık. Merada çok güzel lüfer olduğu halde zargana yakalamak sıkıntıydı. Zargana yakalamak için vakit kaybetmek yerine Özkan abinin evden getirdiği donmuş zarganalarla denemeye karar verdik. İş yapacağından şüpheli bir şekilde bütün olarak taktığımız ölü zarganalarla dolaşmaya başladık. Geçen her dakika ölü zarganaların iş yapacağı yönündeki şüphelerimiz de kuvvetleniyordu. Tereddütlerle geçen 10 dakikadan sonra nihayet Özkan abi balığı aldı. Demek ölü zargana da iş yapıyordu. Şimdi balık alma sırası bana gelmişti. Ölü zarganayla bir balık da ben yakalarsam tamamen ikna olacaktım ama Özkan abi sırayı bozdu. Ölü zarganayla yakaladığı ilk balığın peşinden bir balık daha aldı. Bana niye vurmuyor diye dertlenmeye başladığım sırada oltanın ucunda anlık bir ağırlaşma hissettim. Özkan abinin tavsiyesi üzerine yemi kontrol ettiğimde zargananın ortadan kesilmiş olduğunu fark ettim. Yemimi yenileyip ava devam ettim. Çok geçmeden Özkan abi bir balık daha aldığı halde ben yine yem kestirdim. Üzerimde bir şanssızlık vardı. Bir şeyleri yanlış mı yapıyorum diye düşünmeye başlamışken nihayet bir balık da ben aldım. İçim biraz rahatlamıştı. Şanssızlığımı üzerimden atmış olmayı ümit ederek devam ettim. Makus talihimin devam ettiğini anlamam çok uzun sürmedi. Bu defa da uzun olta takımını dibe taktırıp üçlü fırdöndünün olduğu yerden koparttım. Kopan takımımın yenisini hazırlamakla uğraşırken Özkan abi lüferleri peş peşe kovaya atmaya devam etti. Hazırladığım yeni takımı yemleyip denize indirdiğimde lüfer puan durumu 9’a 3’tü.

Sonra ne olduysa Özkan abiyle rolleri değiştik. Artık ben vuran her balığı alıyor, Özkan abinin oltasına vuran balıklarsa ya yemi kesiyor ya da yarı yolda kaçıyordu. Sonunda şansım dönmüştü. Uzun bir süre neredeyse hiç balık kaçırmadan peş peşe balık yakaladım. Çok ilginçtir ki benim üzerimdeki kötü şans bu defa da Özkan abiye geçmişti. O da benim gibi takımını dibe taktırıp kopartana kadar hiç balık yakalayamadı. Takımını yenilediğinde ise lüferleri art arda çekmeye kaldığı yerden devam etti. Efsane geri döndüğünde Özkan abiyle aramızdaki farkı kapatıp bir kaç balık önüne geçmiştim. Balık hala hız kesmeden devam ediyordu. Üstelik balıkların tamamı kaba lüfer ve kofana boyutundaydı. 35 cm’in altında tek bir balık bile yoktu kovamızda.

Öğlene doğru Özkan abinin buzluktan çıkarttığı zarganalar bitmeye yüz tutunca kıyıdaki bir arkadaşımıza rica edip balıkçıdan 2 kilo zargana aldırdık. Tembihlediğimiz gibi en incelerinden seçilmiş tazecik zarganalarımız gelince kıyıya dönüp balıkları aldıktan sonra ava kaldığımız yerden devam ettik. Özkan abi merayı ve suları iyi tanıdığından bota ve oltalara çok iyi kumanda ediyordu. Dalga ve akıntı durumuna göre motor devrini ayarlıyor, sığlıklardan geçerken oltayı biraz toplamamı tembihliyor ve botu sürekli balığın vurduğu dökmeliklerin üzerinde gezdiriyordu. Kofanaları, kaba lüferleri bir Özkan abi attı botun içine, bir ben. Talihsizlikler ve moral bozukluğuyla başladığım av 17 parça balık yakaladığım hayatımın en keyifli lüfer avlarından birine dönüştü. Sonunda balık tutmaktan yorulduk. Sabah erken saatlerde başladığımız avı, balık vurmaya devam ettiği halde akşam 16:00 gibi sonlandırdık.

Ertesi gün de Özkan abiyle aynı merada uzun olta çektik. Vaktimizin kısıtlı olduğu bu avda da toplam 17 parça lüferi kovaya atmayı başardık. Sonraki günlerde hem işlerimiz hem de hava durumu çok fazla denize açılmamıza müsaade etmedi. Kısa süreli de olsa denize çıkma fırsatı bulduğumuz günlerde ise lüfer nazlıydı. Canlı zarganaya hala çok güzel lüfer vurduğu halde ölü yemi beğendiremez olduk. Yine de canlı zargana yakalayabildiğimiz günlerde keyifli avlar yapmaya devam ettik. Bu yazıyı kaleme aldığım 29 Ekim Cumhuriyet Bayramında bile lüfer sürüleri Samsun kıyılarında, dolayısıyla da beynimizin içinde dolaşmaya devam ediyor. İsterlerse bu kış Karadeniz’de yatıya da kalabilirler. Bizce mahsuru yok…

Küstüm, oynamıyorum

Her zaman balıktan mı bahsedeceğim, bu sefer de balıksızlıktan bahsetmek istiyorum. İstanbul’da yaşayan biri olarak Ağustos’u, Eylül’ü, ve bir parça da Ekim’i kıyı balıkçısının kahır ayları olarak görürüm. Söz konusu zaman dilimi her sene Ağustos başında başlayıp, Ocak ayına dek süren büyük göçün, katavaşyanın başlangıcıdır. Bu büyük göçte öncelik palamuta aittir. Temmuz sonunda Karadeniz girişinde kendini gösteren vonozlar, Ağustos ortalarına doğru serpilip oltaları ziyaret etmeye başlar. Ardından ay sonuna doğru ilk akın lüferler Yeniköy çakarı etrafında av verir. Sonrası ise köşe kapmaca gibidir. Lodosta palamut, kuzeyli fırtınalarda ise lüfer meydana çıkar. Ancak henüz bu zamanda balık sürüleri nispeten dağınık ve hareketli olduğundan balığın ne zaman, nerede ortaya çıkacağını kestirmek son derece güçtür. Bu dönemde palamuta çapari atanların bolca kol kası yaptıkları, lüfere yemli atanların ise oltanın ucuna bakmaktan yolda beride şaşı gezdikleri vakidir. Bu aylarda siz balığa gitmezsiniz, balık size gelir. Tabi o kadar şanslı ve sabırlıysanız…

Daha önceki yazılarımda bahsi geçtiği üzere, Mart ayında askerliğimin dönüşünü takiben ev arayışlarına girdim ve İstanbul’un köklü Boğaz semtlerinden biri olan Beylerbeyi’ne yerleştim. Burası hem iş yerime yakın olması, hem de Boğaz sahilinde olması açısından benim için çok ideal bir konumda bulunmakta. Özellikle günlerin uzun olduğu yaz aylarında denize yakın oluşumun çok faydasını gördüm. Akşam canım balık yemek istediğinde, iş çıkışı hemen üzerimi değiştiriyor, bir saat içinde tavalık balığımı çıkarıp eve dönüyordum. Ancak bulunduğum konumun ilk bakışta balıkçılık açısından avantajlı görünmesinin yanında dezavantajları da bulunmaktaydı. Öncelikle Boğaz’ın Avrupa yakasındaki avlaklara aşinaydım. Bu yakayı baştan öğrenmem gerekecekti. Birkaç ay içinde avlakları az çok öğrendim. Öğrenmesine öğrendim, fakat bu avlaklara hiç mi hiç alışamadım. Boğaz’da avlananlar bilir, Boğaz’ın Anadolu yakasındaki avlaklar Avrupa yakasındakilere hiç benzemez: Her şeyden önce Anadolu yakasında olta atılabilecek bölgeler, yalı evleri arasındaki çok sınırlı alanlara sıkışmış durumda. Bu nedenle balık zamanında verimli bölgeler inanılmaz kalabalıklara ulaşabiliyor. Buna ilaveten, sahil şeritleri hemen her yerde aşırı dar. En son Çubuklu’da insanların resmen yolun ortasına oturup yemli olta attığını görünce bu tarafın bana göre olmadığı kanaatine vardım.

Anadolu Yakası Boğaz Avlakları – Çubuklu
Sahil şeridinin genişliği bir metreyi anca buluyor.

Anadolu Yakası Avlakları – Kandilli
Palamut zamanı Kandilli. Görüntü sizi yanıltmasın. Olta atanların sayısından daha fazla oltacı arkada balığın girmesini bekliyor.

Ancak yeni muhitimin balıkçılığıma çok daha olumsuz bir etkisi oldu. Evimin birkaç kilometre ötesindeki avlağa gitme konusunda bile fevkalade üşengeç oldum. Ama bu haybeden bir üşengeçlik değil. Aslına bakarsanız Beylerbeyi bulunduğu yakadaki en verimli avlakların başında geliyor. Orta şiddette akıntısı, atış mesafesinde 20-25 metre arasına ulaşan derinlik, ve akın zamanında iyi av veren noktalarıyla çok da uzaklara gitmeyi gerektirmeyecek bir avlak.Nitekim, 1 ay boyunca fırsatını bulduğum her akşam üstü ama yarım saat, ama iki saat deneme yaptım. Buna haftasonu sabah suyu avlarını da dahil edebiliriz.

Fırsat bulmak demişken… Her hobide, her spor dalında, her uğraşta olduğu gibi balıkçılık da her şeyden önce bir zaman meselesidir. İstediğiniz kadar iyi takımlara sahip olun, istediğiniz kadar avlak bilginiz olsun, yakalayabildiğiniz balık doğrudan balığa çıkabildiğiniz zamanla orantılıdır. Eylül ayında neredeyse her hafta iş seyahati için şehir dışındaydım. Yine de halime şükretmem gerek ki, hala hafta sonlarını dilediğim gibi değerlendirme özgürlüğüne sahibim. İnsanın hayatına sorumluluklar eklendikçe, boş zamanı da aynı ölçüde azalıyor. Netice olarak, yazının başında belirttiğim gibi balığın sağının solunun belli olmadığı bu dönemde, haftanın bir veya iki günü av kovalamak balık tutmak için yetersiz kalabiliyor.

Tüm bunlar neticesinde bir aylık dönemde 25-30 saatlik uğraşın meyvesi 1 çinekop, üç beş kilo istavrit olabiliyor. Üstelik bu dönemde etrafınızdaki herkes muhteşem avlara da imza atıyor olabiliyor. Bu noktada ne “Küstüm, oynamıyorum” diyerek vazgeçmenin, ne de bu durumu kafaya takıp sabah akşam kısmetini zorlamanın amatör balıkçılığın felsefesine aykırı olduğunu düşünüyorum. Bu durum dönem dönem her amatör balıkçının başına gelebilir. Eğer bir gün siz de benim gibi çabalarınızın boşa çıktığı, patinaj yaptığınızı hissettiğiniz bir dönemden geçerseniz, herkesin kendi şartları dahilinde, çevresindeki koşullar el verdiği müddetçe avlanabildiğini ve bu uğraşta kimsenin kimseden üstün olmadığını kendinize hatırlatmalısınız. Azimli olmalı ama inatçı olmamalısınız. Sabırlı olmalı ama takıntılı olmamalısınız. Önünde veya sonuda “o balık” size gelecektir.

Sabrın Sonu Selamet

Her mesleğin normalden daha yoğun ve tempolu olduğu dönemler vardır. Bu dönemler bizim için hem fiziksel hem de zihinsel açıdan yorucu geçebilir. Yoğun dönemin başında aşırı yorgunluk hisseden bedenimiz zamanla bu tempoya alışır ve nihayet yoğunluk bittiğinde hem zihnimiz hem de bedenimiz dinlenmeye geçer. Sıradan insanlar için durum böyledir. Ama bu dönem lüfer mevsimiyle çakışırsa, lüfer aşığı bir balık tutkunu için tam bir işkenceye dönüşebilir. İşte ben de böyle bir dönemden geçtim. 30 ağustos akşamı Samsun’da yakaladığım sezonun ilk lüferlerinden sonra meslek hayatımda 2 eylülden 20 eylüle kadar sürecek olan çok yoğun ve yorucu bir döneme girdim. 3 hafta boyunca tek bir gün bile izin yapmadan uzun ve yorucu mesailer geçirdim. Bu süre zarfında olta atmak için ne sabah suyuna enerji ne de akşam suyuna vakit bulabildim.

Orta Karadeniz’de lüfer sezonunun en bereketli geçtiği günlerde olta atamamak ister istemez kafamı meşgul etse de bu durumun benim için işkenceye dönüşmesine izin vermedim. Sonuçta balık tutmak keyif işidir. Ne zaman ki bir tutku keyif olmaktan çıkıp kişiye zarar vermeye başlarsa, o zaman onun adına tutku değil, takıntı ya da hastalık denir. Balık tutma sevdasına işini gücünü aksatan, ailesini ihmal eden, sağlığını riske atan biri için bu tutku hastalığa dönüşmüş demektir. İçimizdeki balık tutma arzusu hiç bir zaman sönmeyecek olsa da en azından bazı dönemlerde bu arzuyu dizginleyebilmek gerekir. Benim de öğrencilik yıllarımda dönem dönem balık tutma sevdasına derslerimi ihmal ettiğim olmuştu. Rahmetli babam hep durumu zamanında fark edip müdahale etmiş, hatta bazı dönemler balık tutmamı tamamen yasaklamıştı. O zamanlar içimden babama kızardım. Sonradan farkına vardım ki, bugün gönlümce balık tutabiliyor olmamı babama borçluyum. Demek istediğim şu ki; hiç bir balığı gözümüzde fazla büyütüp takıntı haline dönüştürmemeliyiz. Bugün olmazsa yarın olur, yarın olmazsa gelecek sezon olur, lüfer olmazsa başka balık olur…

2 Eylülden sonra işime konsantre olup, denizde cirit atan lüferleri çok fazla düşünmemeye çalıştım. 20 Eylüle kadar geçen süre zarfında nadiren bulabildiğim fırsatlarda yakaladığım 9 lüfer ve 1 levrek tesellim oldu. Nihayet 20 Eylül cuma günü yoğun iş tempomun sona ermesiyle birlikte hafta sonunu lüfer peşinde koşarak geçirmeye karar verdim.

21 Eylül cumartesi sabahı 05:00’da çalan telefonumun alarmıyla uyanıp pencereden dışarı baktım. Akşam başlayan yağmur hala devam ediyordu. Hem yağmur hem de yoğun geçen haftanın vermiş olduğu yorgunluk tercihimi yataktan yana kullanmama sebep oldu. Sıcacık yatağıma girip uykuma kaldığım yerden devam ettim. Saat 09:30 gibi uyandığımda yağmur etkisini azaltmıştı. Uykumu da almış olmanın rahatlığıyla balık tutma isteğim yeniden canlandı. İçimde gün boyu yorulmadan at-çek yapabilecek bir enerji hissediyordum. Kahvaltımı yaptıktan sonra kendimi ancak öğlene kadar oyalayabildim. Sonunda dayanamayarak soluğu deniz kenarında aldım.

Saat 13:00’da meraya vardığımda yağmur çiselemeye devam ediyordu. Yağmurluğumu giyip takımlarımı hazırlamaya başladım. Genelde kıyıdan at-çek ile lüfer avının bereketli olduğu saatler sabah ve akşam saatleri olmasına rağmen bazen gün boyu güzel balık alındığı olur. Öyle bir güne denk gelmiş olmayı ve atar atmaz lüferin yapışmasını umut ederek 22 g’lık favori kaşığımla at-çek yapmaya başladım. Yarım saat kadar sıkılmadan at-çek yaptıktan sonra nihayet güzel bir balık yapıştı. Çinakop olamayacak kadar kuvvetli basıyordu. Çok uzakta vuran balığı boşluk vermeden çekip dışarı atmayı başardım. Tahmin ettiğim gibi güzel bir lüferdi. Öğlen saatleri olmasına rağmen yakaladığım lüferle ümitlenip vakit kaybetmeden at-çek yapmaya devam ettim. Uzun süre tek bir vuruş bile alamadan aralıklarla at-çek yaptım. Umudum akşam suyuna kalmıştı. Nihayet saat 17:30 gibi bir lüfer daha yapıştı. Günün ikinci lüferini de kovaya atmayı başardım. O dakikadan sonra kıyıya güzel bir sürü inmiş olacak ki peş peşe vuruşlar aldım. Uzun süredir güzel bir lüfer avının hayalini kurduğumdan yakaladığım balıklardan sonra zaman kaybetmemeye çalışarak atıp çekmeye devam ettim. 1 saatin sonunda kovamda 5 tane lüfer olmuştu. Kaçırdığım bir kaç lüfer ve saldığım çinakopları da düşürsek çok hareketli ve keyifli bir av geçirdim. Yoğun iş temposunun, olta atmadan geçen günlerin ve tüm sıkıntıların ardından benim için ilaç gibi av oldu.

22 Eylül sabahı uyanır uyanmaz pencereden sokak lambasının aydınlattığı caddeye baktım. Yerler kuru, ağaçların yaprakları kıpırtısızdı. Şehir sakin bir sonbahar sabahına hazırlanıyordu. İnsanların uyanıp hayatın temposuna karışmasından saatler önce uyanmamın tek bir sebebi vardı. Balık sevdası… İşte bu sevda yüzünden sıcacık yatağıma geri dönmek yerine çabucak elbiselerimi giyip çantamı hazırladığım gibi deniz kenarına koştum. Meraya vardığımda havada hiç bir aydınlanma emaresi yoktu. Gecenin karanlığında oltamın ucunda hazır bulunan klipsin ucuna taktığım beyaz renkli bir sahteyle at-çek yapmaya koyuldum. Havanın yavaş yavaş ağarmasıyla birlikte kıyının hemen dibinde oynaklar belirmeye başladı. Oynakların olduğu tarafa doğru kıyıya paralel salladığım sahte yemi kah düz çekerek kah yaralı balık aksiyonu yaptırarak avcı balıkları kandırmaya çalıştım. Bir kaç başarısız denemeden sonra tam sahte balığı sudan çıkaracağım sırada sağlam bir vuruş aldım. Hemen önümde ve tamamen yüzeyde vuran balığı makine kullanmaya bile gerek duymadan tek hamlede kaldırıp arkama attım. Sahte balığın bir kancası ağzına bir kancası da solungaç kapağına saplanan balığı çabucak kancalardan kurtarıp at-çek yapmaya devam ettim.

Yüzeyindeki hareketlilik yaklaşık 5 dakika sürdükten sonra deniz yine eski sakin ve hareketsiz haline büründü. Hava aydınlanıp berrak ve sığ suyun dibi görünür olmaya başlayınca oltamın ucundaki sahte balığı atış mesafesi bakımından daha üstün olan kaşıkla değiştirdim. Yaklaşık 70-80 metrelere gönderdiğim kaşığımla bir kaç atış sonra sağlam bir vuruş aldım. Çok uzakta vuran balığın suyun dışına vurmaması için kamışın ucunu olabildiğince suya sokup boşluk vermeden sarmaya başladım. Yarı yolda kıyıya doğru yüzmeye başlayan balık kıyıya 5 m kala yön değiştirip tekrar basmaya başladı. O esnada suyun dışına vurup müthiş bir hızla vücudunu silkeledi. Kancayı ağzından atacak diye yüreğim ağzıma gelse de lüferin en etkili kurtulma taktiği işe yaramamıştı. Balık hala kancanın ucundaydı. Makineyi bir kaç tur daha sarıp balığı arkama fırlattım. İkinci balıktan sonra yarım saat içinde 4 balık daha aldım. Her vuruşta lüfer diye sevindiysem de gelenlerin hepsi çinakoptu. Kaşığın üçlü kancasının tamamını yuttuğu için ölümcül yara alan bir tanesi hariç diğer çinakopları geri saldım. Son balıktan sonra bir süre daha olta sallayıp başka vuruş alamayınca avı sonlandırdım.

Saat 07:30 gibi döndüğüm sabah suyundan sonra evimde istirahate çekilip akşam suyu vaktinin gelmesini bekledim. Bir akşam önce yakaladığım 5 lüferden sonra akşam suyunda güzel balık yapacağına olan inancım artmıştı. Saat 16:30 gibi meraya vardığımda bir önceki akşam balıkların tamamını aldığım kaşıkla denemeye başladım. Her an balık vuracakmış gibi bütün dikkatimi oltaya vererek atıp çektim. Durduğum kayanın üzerinden farklı sektörlere doğru çok uzun atışlar gerçekleştirdim. Saat 17:30’a doğru heyecanım daha da arttı. “Ha vurdu, ha vuracak” diyerek atıp çekmeye devam ettim. 2 saat boyunca aralıksız atıp çektiğim halde tek bir vuruş bile alamadım.

Zaman ilerleyip havanın kararmaya başlamasıyla birlikte ümidim iyice azaldı. Saat 18:30 gibi avı sonlandırmadan önceki son atışlarımı yaparken kıyıya 3 m kala sağlam bir vuruş aldım. Bu vuruş diğerlerinden farklı bir vuruştu. At-çek yaparken lüfer vurduğunda olta ağırlaşır, levrek vurduğunda ise olta bir şeye takılmış gibi olduğu yerde mıhlanıp kalır. Bu sefer de kaşığı ısıran şey bir anlık makinemin kolunu durdurmuştu. Levrek olduğuna hiç şüphe yoktu. Lüfer olsa balığı tereddütsüz kaldırıp arkama atacağım halde bu defa sakin bir şekilde ağır ağır çekmeye başladım. Balık suyun yüzeyine çıkıp bir anlık kendisini gösterdikten sonra fişekleyip bir miktar kaloma aldı. Tahmin ettiğim kadar büyük bir balık olmasa da dikkatsiz davrandığım taktirde misinayı kayalara kestirip koparabileceğini biliyordum. Bir kaç kez fişekledikten sonra yorulan balığı gözüme kestirdiğim uygun bir yere yaklaştırıp elimle solunaçlarından kavrayarak dışarı aldım. Balık yakalayabileceğime dair ümitlerim tamamen tükenmişken gelen bu levrek avın kurtarıcısı oldu. Çocukluk yıllarımda yaşlı bir üstaddan duyduğum sözü hatırladım. “Denizle pazarlık olmaz”…

3 keyifli at-çek avı geçirdikten sonra haftasonu tatilimin sonuna geldim. Çoğu kişinin aksine benim pazartesi sendromum yoktur. Meslek aşkım ve mesleğimle doğrudan alakalı olan tutkum sayesinde her zaman işimden zevk almasını bildim. Haftasonu yeterince dinlenmiş olmanın verdiği rahatlıkla 23 Eylül pazartesi günü sabah suyunda da olta atacak enerjiyi kendimde buldum. 05:30 gibi hava henüz aydınlanmadan vardığım merada ilk olarak beyaz uzun yapılı bir sahteyle denemeye başladım. İlk 15 dakika kıpırtısız olan deniz yüzeyi havanın aydınlanmaya başlamasıyla birlikte karışmaya, sağımda, solumda, önümde, her tarafta küme küme oynaklar belirmeye başladı. Vücuduma yayılan adrenalinin etkisiyle kalp atışlarım hızlandı. Her yerde kaçışan küçük balıklar olduğundan sahte balığı rast gele sallayıp panik yapmış bir balık balık gibi aksiyon yaptırarak çekmeye başladım. Sahtem iki sefer oynakların arasından boş geçtikten sonra üçüncü atışta vuruş geldi. Çok yakında vuran lüferi zorlanmadan çekip kovaya attıktan sonra oltayı vakit kaybetmeden tekrar salladım. İlk balığı aldıktan bir kaç dakika sonra bir lüfer daha aldım. İkinci balıktan sonra oynaklar kayboldu. Sahte balıkla bir kaç boş atış gerçekleştirdikten sonra kaşığa dönme vaktimin geldiğini anladım. Sabahın ilk ışıklarıyla kıyıya baskın düzenleyen lüfer sürüsü belli ki açığa çekilmişti. 22 g’lık kaşığımı takınca atış mesafem 2.5 katına çıktı. 15 dk içinde 50 m’den daha uzak mesafelerde 5 vuruş daha aldım. Kaşıkla aldığım vuruşlardan yarı yolda kurtulan bir tanesi hariç 4 tanesini kovaya atmayı başardım. Avın sonunda kovamda 6 lüfer yatıyordu. Saat 7 gibi avı sonlandırıp temizlik ve mesai hazırlıklarımı yapmak üzere evimin yolunu tuttum.

Haftalar süren yoğun ve yorucu iş temposuyla boğuşurken çok nadir olta atabilmiş, başkalarının yaptığı avları sosyal paylaşım sitelerinden seyretmekle yetinmiştim. Bir gün olsun yaptığım işe isyan edip, başkalarının tutmuş olduğu balıkları kıskanmadım. Çünkü biliyordum ki herkesin içinde bulunduğu imkan ve şartlar farklı. O bugün tutar, sen yarın tutarsın. Ya da o sinarit tutar, sen lüfer tutarsın. Sabırla bekleyip sonunda mükafatımı aldım. Benden çok daha bereketli avlar yapanlar oldu. Olsun. Benim yaşadığım heyecan bana yeter. Ekim ayının başından itibaren lüfer yavaş yavaş batı Karadeniz’e sonra da boğaza kaymaya başlayacak. Bugün bizim tuttuğumuz lüferleri seyredenler yarın kendileri avlayacak. Lüfer Orta Karadeniz’den tamamen göçtüğünde ben de başka balıklara yöneleceğim. Şimdilik aklımda bir şeyler var. Bekleyip görelim…

Bir Kofana Hikayesi

Son zamanlarda yazı yazma konusunda biraz tembellik ediyorum. 2013 baharında gerçekleştirdiğim avlar arasında yazmaya değer gördüğüm bir çok avımı henüz kaleme alamadım. Makul bir mazeret mi bilmiyorum ama balık tutmaktan yazı yazmaya vakit bulamıyorum desem yeridir. Bu sene bahar sezonu bereketli geçiyor. Mart sonundan itibaren lüfer, levrek, baltabaş karagöz, mırmır, azman istavrit, zargana ve turna gibi balıklardan azar azar da olsa nasibimi aldım. 24 Nisan tarihinden beri geçici görevli bulunduğum Tuzla’da da keyifli avlar yapma fırsatı buldum. Çok yoğun olmamakla birlikte hemen hemen her gün istihkak lüferlerimi aldım. Bu sezon şu ana kadar, Tuzla’da kaşık ve sahte balıklarla yaptığım at-çek avlarında toplam 23 adet lüferi kovaya atmayı başardım. Hepsi birbirinden keyifli olmasına rağmen bahar sezonunda Tuzla’da yaptığım lüfer avlarının hikayesini yazmak için bir türlü fırsat bulamadım. Tuzla’daki mesaim yoğun ve yorucu geçiyor. Yeterince dinlenmek için 7 saatlik deliksiz bir uyku uyumaya dikkat ediyorum. Bu da günlerin giderek uzadığı bu günlerde sabah saat 5’te başlayan sabah suyunda olta atabilmek için en geç 22:00’da yatağa yatağa girmiş olmamı gerektiriyor. Bu yüzden çoğu zaman gece karagöz avı ve sabah suyunda at-çek avı arasında seçim yapmak zorunda kalıyorum.

Yeterince mazeret sunduğuma göre 21 Mayıs tarihli avımın hikayesine başlayabilirim. Akşam mesai çıkışı 17:30 civarı hiç bir yere uğramadan doğru mendireğin burnuna geçtim. Genelde lüfer yakaladığımız saat aralığı 19:30-21:00 olmasına rağmen içimden bir ses mesai çıkışnda biraz olta atmamı söyledi. Lüferin sağı solu pek belli olmaz. Bazen alakasız saatlerde öyle güzel av verir ki, o an orada bulunan şanslı balıkçılar hayatlarının en keyifli avlarını yaşar. Bazen de aç bir kofana günün her hangi bir saatinde liman ağızlarında avlanmaya çıkar. Çok sefer, öğlen vakti suyun yüzeyinde sıçrayarak kaçan bir kefali kofananın yutuşuna şahit oldum. İşte o gün bu ümitlerle erkenden mendireğin burnundaki kayalıklarda yerimi aldım.

İlk olarak 13 cm boyundaki kefal benzeri tombul bir sahteyle denemeye başladım. Balık yakalayacağıma pek inanmadan atıp çekerken bir zamanlar aynı yerde yakaladığım kofanaların hayalini kuruyordum. Aniden önümde kendileri kıyıya vuran yüzlerce gümüşün su üstünde çıkardığı sesle hayal aleminden uyandım. Kargaşanın arkasına baktığımda 1 kg’nin altında ama kofana diyebileceğim büyüklükteki canavarı fark ettim. Oltamı yeni çektiğimden o esnada dışarıda olan sahte balığımı vakit kaybetmeden kofananın biraz ilerisine atıp  aksiyon yaptırarak yanından çekmeye başladım. Balık sahteyi görür görmez hamle yaptığı halde ısırmadan geri dönerek kıyıdan uzaklaştı. Bir kaç saniye içinde olup bitenler vücudumda ani  bir adrenalin patlamasına sebep olmuştu. İşte balıkçılığın en çok da bu yanını seviyorum.

Gördüğüm kofanadan sonra ava daha çok konsantre oldum. Balığın gitmiş olabileceği yönlere doğru aralıksız atışlar yaptım. Balığın dikkatini çekebilmek için ara sıra kamışın ucuyla sert darbeler vurarak sahteye aksiyon yaptırdım. Kofana saldırısının üzerinden 5 dakika geçmişti ki aynı balık olduğunu tahmin ettiğim bir kofana sahtenin peşine takıldı. Saldırması için içimden dualar ettiysem de sahte balığın hemen arkasından kıyıya kadar takip ettiği halde saldırmadan geri döndü. Yine bir adrenalin patlaması, yine bir hüsran…

Kofana ikinci kez sahteye hamle yaptığı halde saldırmadığına göre sahteyi beğenmemiş olabileceğini düşündüğüm için sahteyi değiştirmeye karar verdim. Spin takımımın ucuna bağladığım 18 cm boyundaki yeni sahtemle at-çek yapmaya devam ettim. 15 dk boyunca aralıksız at-çek yaptığım halde vuran olmadı. Belki de balık daha küçük avların peşindeydi. Kamışın ucundaki 18 cm’lik sahte balığı çıkarıp daha önceden çok verim aldığım 22 g’lık bir kaşık taktım. Bu kaşıkla da 15 dk boyunca vuruş alamayınca avı sonlandırmaya karar verdim.

Saat 18:15 olmuştu. Gidip akşam yemeğimi yedikten sonra biraz istirahat eder, belki akşam suyunda tekrar balığa gelirdim. Avda kullandığım sahteleri kutularına yerleştirip sırt çantama koydum. Sırt çantamı sırtıma taktıktan sonra, kepçemi, kovamı, kamışımı ve fotoğraf makinemin çantasını yüklenip mendireğin kayalarını tırmanmaya başladığım sırada liman içine doğru açıkta bir yaygara koptu. Bizim haylaz kofananın önüne kattığı yavru bir kefale havadan da çığlık çığlığa martılar saldırıyordu. Yine bir adrenalin patlaması…

Dönmekten vazgeçip alelacele çantamdan çıkarttığım 18 cm’lik sahteyi spin takımın ucundaki klipse taktım. Bu sahte hem atış mesafesi hem de cezbedicilik yönünden diğer  sahtelerimden daha üstün. Oynağın olduğu yere atış yapabileceğim en yakın kıyıya inip ilk atışımı gerçekleştirdim. Böyle anlarda insan her an balık vuracakmış gibi tüm dikkatini elindeki oltaya verir. Lüferin kaşığa ya da sahteye vurduğu an heyecandan yüreği hop etmeyen balıkçı var mıdır acaba? İşte o vurma anı tarif edilemez bir duygudur. İlk atışımda sahteyi boş bir şekilde çekip tekrar aynı yere salladım. İkinci atışımda makarayı bir kaç tur çevirmiştim ki sahte balık olduğu yerde mıhlandı. Yine o tarif edilmez duyguyla yüreğim hop etti. Nihayet kofanayı almıştım. Bu defaki balık bu sezon yakaladıklarımdan çok daha kuvvetli basıyordu. Boşluk vermeden sarmaya başladım. Balığın dışarı fırlamasını engellemek için suyun içine soktuğum spin kamışımın ucu yay gibi eğilmişti. Bir yandan makineyi sararken bir yandan da balığı dışarı atabileceğim uygun bir yer aradım. Oltayı salladığım yerdeki büyük kayaların arasında geniş boşluklar olduğu için balığı oradan kaldırmam riskliydi. Balığın uzakta oluşundan istifade edip dikkatli bir şekilde kayaların üstünden zıplayarak 5 metre ilerimdeki düzlük alana yürüdüm. Nihayet kıyıya 10 metre kala oltanın ucunda mücadele veren balığın ayna gibi parlayan gövdesini gördüm. Gerçekten de kofana ismini hak edecek büyüklükte bir balıktı. Hiç yorulmadan çılgınlar gibi mücadele etse de yüksek devirli makinem sayesinde kolaylıkla kıyıya yaklaştırdığım balığı seri bir hareketle havaya kaldırıp arkamdaki düz alana attım.

Savaş bitmişti. Her zaman değil ama bu defa kazanan ben olmuştum. Yıllardır bu denizde avlarını parçalayarak yiyen canavar bu defa kendisi av olmuş, adil dövüşen bir balıkçıya boyun eğmişti. Bu zaferden sonra o gün av benim için bitti. Bu mutluluk bugün bana yeter deyip yakaladığım balıkla içime sinen birbirinden güzel fotoğraflar çektirdikten sonra misafirhanenin yolunu tuttum.

Denizin ve Barajın Canavarlarıyla Dolu Bir Haftasonu

Sevgili dostum Yusuf Opuş’tan önceki yazılarımda bahsetmiştim. 2012 bahar aylarında tanışıp amatör balıkçılık tutkusunu aşıladığım Yusuf, merakı ve gayreti sayesinde çok kısa zamanda hem balıkçılık hem de balık avı fotoğrafçılığı konusunda kendini bir hayli geliştirdi. Her geçen gün birbirinden başarılı avlara ve fotoğraflara imza attığını görmek beni mutlu ediyor.

İşim icabı geçici olarak bulunduğum Kocaeli’den Samsun’a döndüğüm ağustos ayından beri Yusuf’un senelik izninde Samsun’a gelmesinin ve birlikte yapacağımız avların planını yapıyorduk. Nihayet Yusuf senelik iznini tam da balığın yoğun olduğu dönem olan kurban bayramı öncesine planladığı haberini verdi. O tarihlerde lüfer ailesi henüz aşağı göçünü tamamlamamıştı. Birkaç hafta öncesine nazaran kaba lüfer miktarında ciddi bir düşüş olmasına rağmen sarıkanatların büyüklüğü ve miktarı artmıştı. Yusuf’un gelmesine birkaç gün kala kısacık bir avda ağırlıkları 180-225 g arasında değişen 16 adet sarıkanat yakaladığımı duyduktan sonra Yusuf’un heyecanı daha da artmıştı. Benimse tek düşündüğüm Yusuf’a birbirinden güzel balıklar yakalatarak güzel bir tatil geçirmesini sağlamaktı.

Samsun’a geldiği ilk gün mesaim olduğu için maalesef Yusuf’u balık merasında yalnız bırakmak zorunda kaldım. Yalnız başına avlandığı ilk gün meranın sığ olmasına alışık olmadığı için 3 adet sarıkanat yakalayıp en az 2 katı kadarını suyun dışına fırladıkları esnada kaçırmasına rağmen sonuçtan gayet memnundu. Ertesi gün hafta sonu iznim başladığı için beraber doya doya avlanabilecektik.

Cumartesi akşamı saat 4 civarı başladığımız avı biraz daha eğlenceli hale getirmek için küçük bir yarışma yapmaya karar verdik. Yarışma, ilk yakalanan balık, toplamda en fazla balık ve en büyük balık olmak üzere 3 kategoriden oluşuyordu. En az 2 kategoriyi kazanan galip gelerek kaybedenin takım çantasından istediği sahte balığı alacaktı. Zaten her zaman malzemelerimizi kendi aramızda paylaştığımız için ödül koymaktaki maksat sadece ava biraz daha heyecan katmaktı. İlk balık önemliydi. Çünkü diğer kategorilerin galibi yarışma boyunca değişebileceği halde ilk balığı tutan direkt olarak kategorilerden birini kazanmış olacaktı. Bu yüzden ikimiz de ilk balığı yakalamaya konsantre olarak aralıksız at-çeke koyulduk. 

İlk balık Yusuf’a yapıştı. Güzel bir sarıkanat kendini havada gösterdikten sonra kurtulmayı başardı. Peşinden Yusuf bir sarıkanat daha kaçırdı. Balıklar 50 m’den daha açıkta ve yüzeyde yapıştığı için yakalanır yakalanmaz kendilerini suyun dışına atarak 22 g’lık ağır kaşıklarımızı kolaylıkla ağızlarından atıyordu. Balığın dışarı vurmasını engellemek için tek bir seçenek vardı o da balığın istediği yöne yüzmesini engelleyecek şekilde hızlı sarmaktı. Normalde misafirimin bolca balık yakalaması için dua ederim ama ne yalan söyleyim bu sefer ben ilk balığı yakalayana kadar onun kaçırdığı balıklara seviniyordum. Yusuf iki kere şansını kaybetmişti. Ama o kaçırdıkça balıklar ona gelmeye devam etti ve nihayet peş peşe yapışan üçüncü balığı dışarı atmayı başararak “ilk balık” kategorisini kazandı. O dakikadan sonra balık bollaştı. İkimize de hemen hemen her atışımızda balık yapıştı. Bir saatin sonunda kovamızda toplam 30 parça kaba sarıkanat yatıyordu. Avın heyecanından olsa gerek belli bir yerden sonra yakaladığımız balıkları değil aradaki farkı saymaya başlamıştık. Ben 2 farkla yani 16-14 gibi çok yakın bir skorla “toplamda en fazla balık” kategorisinin galibi oldum. Yarışmanın galibini “en büyük balık” kategorisi belirleyecekti ama ikimizde bariz büyük bir lüfer yakalayamadığımız için yarışmayı berabere sonuçlandırmaya karar verdik.

Toplamda 30 sarıkanat yakalayıp bir o kadarını da kaçırdığımız bereketli bir avın ardından Yusuf’un mutluluğu yüzünden okunuyordu. Bense misafirime güzel bir av yaşatmanın gururunu yaşıyordum. Yusuf’a son derece bereketli bir sarıkanat avı yaşattığıma göre artık başka balıklara deneme vaktimiz gelmişti. Benim için her zaman yakalanan balığın sayısı değil avın kalitesi önemli olmuştur. Çoğu zaman büyük bir balık yakaladıktan sonra avın geri kalanında olta atmak yerine balığı fotoğraflamakla uğraşmışımdır. Bu yüzden yeterince sarıkanat yakalayıp zevkimizi aldığımıza kanaat getirip şansımızı biraz da tatlısu levreğinde denemeye karar verdik.

Ertesi sabah 04:00 sularında arabayla 1 saat mesafedeki tatlısu levreği merama gitmek üzere yola çıktık. Tam güneş ağarırken vardığımız barajın suları her zamanki gibi pürüzsüz ve sessizdi. Kendi geliştirmiş olduğum kıyıdan jigging yöntemini kullanmaya başladığımdan beri buradan hiç elim boş dönmemiştim. Başka bir zaman olabilirdi ama Yusuf’a trofe balıklar yakalatıp, birbirinden güzel fotoğraflarını çekmek için can attığım bugün boş dönmemeliydik. Avlanacağımız meraya vardığımızda ikimizde heyecanlı bir şekilde kullanacağımız jigleri seçip takımlarımızı hazırladık. Yusuf’un spin kamışı 10-35 g atarlı olduğu için 28 g’lık yeni aldığı savagear pshyco jigi denemeye karar verdi. Bense ağır atarlı olan teleskobik kamışıma güvendiğim için 40 g’lık tombul bir jig seçtim. Ağır jig tercih etmemin sebebi daha uzun atışlar yapabilmekti. Bu şekilde ağır jigler kullanıldığında savurma esnasında jigin kopmaması için misina da nispeten kalın seçilmelidir. Bu yüzden makineme 0.28 mm misina sarmıştım.

İlk iş olarak Yusuf’a doğru jigging aksiyonu öğretmekle başladım. Her zamanki gibi bunu da çok çabuk öğrendi. Öğrenmesine öğrendi ama yarım saat geçmesine rağmen ikimize de vuran yoktu. Bazen bu merada balık hava aydınlandıktan 1-2 saat sonra başlayabiliyordu. Bu defa da öyle olmasını umarak ava devam ettik. Saat 7 sularında nihayet ilk balığı aldım. 250 g’lık bu balıktan sonra ikimiz de peş peşe balık almaya başladık. İlk birkaç balıktan sonra fotoğraf çekme işine ağırlık verdik. Yusuf fırsattan istifade edip elindeki tüm jigleri test etmek için her balıktan sonra kullandığı jigi değiştirerek yakaladığı balıkları ağızlarında farklı jiglerle fotoğrafladı. Yakaladığımız ufak balıklar fotoğraflandıktan sonra suya, kayda değer balıklarsa Samsun’da yenmek üzere kovaya gönderildi. Jiglerimize saldıran balıklar arasında yarım kg’ye yakın trofe sayılabilcek balıklar da vardı. Öğlene doğru sonlandırdığımız tatlısu levreği avımız da en az sarıkanat avımız kadar bereketli ve eğlenceli geçmişti.

Şükürler olsun ki misafirimi bu avda da mutlu etme şansı buldum. Samsun’a döndükten sonra niyetimizde Bafra’da bulunan Derbent barajında gökkuşağı ababalığına denemek de olmasına rağmen son zamanlarda Derbent barajından gelen olumsuz haberler üzerine vazgeçtik. İzninin son gününde Yusuf’la Samsun’u gezip birkaç sarıkanat daha yakaladık. Sevgili dostum Yusuf’u otobüse uğurlarken ikimizin üzerinde de tatlı bir yorgunluk vardı. Ben Yusuf’a söz verdiğim avları yaşattığım için, Yusuf’sa kısa zamanda hayallerini kurduğu avları gerçekleştirdiği için mutlu bir şekilde bir dahaki buluşmamıza dek vedalaştık.

Lüfer ve Levreğin Hikayesi

Lüfer ve levrek, denizlerin iki yakışıklısı, yere bakan yürek yakan iki soylu delikanlı. Genç kızların ilk bakışta aşık olduğu ama cesaret edip de yanlarına yaklaşamadığı, hislerini açamadığı cinsten yakışıklılar. Lüfer ve levreğin yakışıklılığı dillere destandır. Evvela bu iki yakışıklının da fizikleri mükemmeldir.

Lüfer öyle aman aman heybetli, iri yarı değildir ama son derece atletik bir vücuda sahiptir. Çeviklik ve sürat konusunda pek az rakibi vardır. İlk bakışta atletizmin birçok branşına ya da pentatlona yatkın olduğu izlenimi verir. Lüferle kavga etmek yürek ister. Hızı ve çevikliği sayesinde kendinden çok daha kalıplı olanları bile kolaylıkla alaşağı edebilir. Alt çenesi ilerde olduğundan suratı biraz asıktır ama bu ona ayrı bir hava katar.
Levrek ise heybetlidir. İri ama şekilli fiziğiyle vücut geliştirmecileri andırır. Levreğin en yatkın olduğu spor güreştir. Çeviklikten çok kaba kuvvetine güvenir. Lüfere nazaran daha sakin gözükse de levreğe bulaşmak da intihar etmekle eş değerdir. Kaba gücünün yanında gerektiğinde cüssesinden beklenmeyecek şekilde hızlı hareket edebilirse de bu hızını lüfer kadar uzun süre muhafaza edemez. Levreğinki ani bir patlayıcı güçtür. Lüferi maraton koşucusu olarak düşünürsek levrek 100 m koşucusu gibidir. Kalıbına uygun şekilde iri ve kemikli yüzü yakışıklılığının tamamlayıcısıdır. Lüfer kadar asık suratlı değilse de çok güler yüzlü olduğu söylenemez. Yüz ifadesi daima vakur ve ciddidir.

Bu iki yakışıklıya yaklaşmak çok tehlikelidir. Yakışıklı olmalarına yakışıklıdırlar ama karakterleri kötüdür. Acımasız, gaddar ve zalimdirler. Suç işlemek doğalarında vardır. İç güdüsel olarak sürekli suç işleme eğilimindedirler. Sabıkaları bir hayli kabarıktır. Lüfere de levreğe de asla güven olmaz.

Lüferin suçla tanışması çocukluk yıllarına dayanır. Daha ufacık bir çocukken mahalle aralarında oynayan öteki çocuklara ettikleri lüferin gelecekte ne denli bir canavara dönüşeceğinin göstergesidir. Her çocuk biraz yaramazdır ama çocuk lüferlerin yaptıkları yaramazlık sınırlarının çok ötesindedir. Diğer çocuklarla iletişimleri: vur, kır, parçala, oyunlarını boz temeline dayanır. Bu yaşlarda henüz yetişkinlerin huzurunu kaçıramasalar da mahalle aralarında oynayan çocuklara tam anlamıyla terör estirirler. Yaşları ilerledikçe, işledikleri suçların oranı ve şiddeti de artar. Her geçen gün daha korkusuz, gözü kara ve saldırgan olurlar. Büyüyüp güçlendikçe, hızlandıkça, dövüş kabiliyetleri arttıkça, kurbanlarını seçtikleri hedef kitlesi de genişler. Akranlarıyla bir araya gelip mahalle aralarından ayrılarak, merkezden uzak banliyölerde büyük çeteler, suç örgütleri oluştururlar. Bu örgütler her biri ölüm makinesine dönüşmüş yüzlerce, hatta binlerce lüferden oluşabilir. Göçebe hayatı yaşayan bu çeteler bulundukları yerlerin şehir merkezlerine sürekli saldırılar düzenleyerek eşkıyalık yaparlar. Bazen bu saldırılar o kadar ani ve şiddetlidir ki, gözü dönmüş lüfer çeteleri, saldırdıkları köy ve kasabalarda tek bir canlı kalmayana dek önlerine çıkan her şeyi yok ederler.

Levreğin çocukluk yılları ise masumdur. Onun çocukluğu da diğer çocuklarla birlikte mahalle aralarında oyun oynamakla geçer. Çocukluktan delikanlılığa geçerken yavaş yavaş suça meyletmeye başlasa da kimseyle sorun yaşamadan normal bir çocukluk geçirmiş olduğundan herkesin güvenini kazanmış olmanın rahatlığıyla elini kolunu sallayarak mahalle aralarında dolaşmaya devam eder. Seçtiği kurbanlarını sinsice takip edip boş bulundukları bir anda saldırır. Her şey saniyeler içinde olup biter. Olan bitenden kimsecikler haberdar olmadığı için levrek yine gönül rahatlığıyla mahalle aralarında dolaşmaya devam eder. İşini temiz yaptığından lüfer gibi, dağlarda, banliyölerde saklanmak zorunda değildir. Şehir dışına pek nadir çıkar.

Bu iki yakışıklı suç makinesi aslında apayrı dünyaların adamlarıdır. Yaşam alanlarından davranış şekillerine kadar bir çok yönden farklılık gösterirler. Lüfer ve levreğin suç işleme şekilleri bile birbirinden farklıdır. Örneğin lüfer sadisttir. Kurbanlarını öldürmeden önce keser, doğrar, parçalara ayırır. Levreğin kurbanlarına uyguladığı ölümse ani, acısız ve çabuktur. Lüfer yaramazdır, levrek uslu. Lüfer hiperaktiftir, levrek ağırbaşlı. Lüfer serseridir, levrek kabadayı.

Kural tanımayan bu iki asi yüzünden sokaklar hiç bir zaman güvenli değildir. Lüfer ve levreğin gazabından korunmak için gece gündüz tetikte olmak gerekir. Toplumun huzurunu kaçıran bu azılı katillerin yakalanıp cezalandırılması için  balıkçı adı altında özel harekat  timleri  oluşturulmuştur. Balıkçı timlerinin görevi her türlü suçla mücadele ederek suçluları yakalayıp adalete teslim etmektir. Balıkçıların mücadele etmek zorunda olduğu binbir türlü suçlu arasında en sabıkalı ve arananlar listesinin başında olanları şüphesiz lüfer ve levrektir. Cefakar balıkçı timleri gece gündüz, sıcak soğuk, yağmur çamur demeden lüfer ve levek peşinde koşarlar. Görev aşkıyla dolu bazı balıkçılar kendilerini adeta birbirinden azılı bu iki suçluyu yakalamaya adamıştır. Onlar için lüfer ve levreğin yakalanarak cezalandırılması görevden çok bir tutkudur. Kimi geceler rüyalarında bile lüfer ya da levreği kovaladıkları olur. Ama lüfer ve levreği yakalamak sanıldığı kadar kolay değildir.

Farklı savunma stratejileri ve savaş kabiliyetleriyle donanmış bu iki suçlunun hakkından ancak tecrübeli balıkçılar gelebilmektedir. Lüfer ve levreği  yakalamak gayesinde olan bir balıkçının öncelikle lüfer ve levreği çok iyi tanıması ve her ikisi için ayrı stratejiler uygulaması gerekir.

Lüfer saldırıları genellikle toplu ve ses getiren eylemler olmasına rağmen lüfere suç üstü yapmak o kadar kolay değildir. Lüferin sürati ve hızlı yer değiştirme yeteneği çoğu zaman balıkçı timleri gelmeden izini kaybettirmesini sağlar. Balıkçılar olaydan kısa bir süre sonra olay mahalline geldiğinde perişan halde etrafta kaçışan masum vatandaştan başka kimseyi bulamayabilirler. Lüferi yakalayabilmek için balıkçıların doğru zamanda doğru yerde olması ve her zaman uzun bir kovalamacaya hazır olması gerekir. Başarılı bir balıkçı doğru zamanda doğru yerde bulunup hızlı hareket edebildiği taktirde büyük bir lüfer çetesinin bir çok üyesini yakalayarak çeteyi ciddi kayıplara uğratabilir. Çok tehlikeli ve saldırgan olan lüfer yakalandığında genellikle balıkçılara mukavemet gösterir. Zapt etme esnasında tedbirsiz davranan balıkçının yaralanması işten bile değildir.

Lüferin aksine levrek olay mahalinden çok uzaklara kaçmak yerine bulunduğu yerde gizlenmeyi tercih eder. Levrek takibinde olan bir balıkçı tıpkı bir dedektif gibi sabırlı ve gizli hareket etmelidir. Başarılı bir levrek avcısı levreğin zekasının hafife alınmaması gerektiğini bilir. Daima gururlu ve vakur yaşamış olan levrek balıkçıyla karşı karşıya geldiğinde kaçmaya yeltense bile kaçamayacağını anladığı anda teslim olur. Yakalandıktan sonra cezasını çekmeye hazırlanırken bile ağırbaşlı, karizmatik halinden asla ödün vermez.

Lüfer de levrek de yıllar yılı peşlerinden koşan, hayallerini süsledikleri balıkçıya teslim olmaktan dolayı asla üzüntü duymaz. Yeter ki kaybettikleri savaş adil ve onurlu bir şekilde sürmüş olsun.

Lüfer Tutkusu

Karadeniz’de eylül ayı bereket ayıdır. Özellikle spin avcılığını seven tüm amatör balıkçılar bu ayın gelmesini heyecanla bekler.  Lüfer, levrek, palamut gibi yırtıcı balıklar soğuk kış aylarından önce mümkün olduğu kadar fazla balık yiyerek yağlanır. Bahar aylarında yumurtadan çıkan lüfer yavruları, yaz boyunca çok küçük balıklar ve planktonlarla beslendikten sonra nihayet eylül ayında defne yaprağı olmaktan çıkarak canavar lakaplarına yakışacak şekilde vahşice avlanan çinakoplar haline dönüşür. Lüfer balığı denizlerin en yırtıcı balığı olarak kabul edilir. Bazı büyük köpek balığı türleri gibi çok büyük avlar yakalayamasalar da cüssesine oranla büyük balıklarla beslenmeleri, av esnasındaki süratleri, jilet gibi keskin dişlere sahip kuvvetli çeneleri ve oburlukları bu balığı denizlerin en yırtıcı balığı yapmıştır. Belki de bu yüzden lüfer avının çoğu amatör balıkçı için yeri ayrıdır.

Tek bir lüfer yakalamanın hayaliyle gece gündüz, sıcak soğuk demeden uğraşır lüfer avcısı. Kimi şansını at-çek yaparak, kimi mantarlı dip takımıyla, kimi uzun oltayla, kimi ise zokayla dener. Tek bir amaç vardır o da, sarı gözlü, asık suratlı, denizlerin en kabadayı balığını kandırmak. Lüfer tarih boyunca bu denizlerle haşır neşir olan insanların kültürüne işlemiş, edebiyatımıza girmiş, padişahlar zamanında uğruna gümüş zokalar dökülmüş ve özellikle İstanbul Boğazı’yla özdeşleşmiş bir balıktır. Lüferin en güzel isimlerinden biri olan boğazın sultanı ismi de buradan gelmektedir. 
Lüfer balığı denizciler için bu denli değerli olduğundan büyüme evrelerindeki her boyu için farklı isimler almıştır. Bazı kaynaklarda lüferin büyüme evrelerine göre aldığı isimler santimetre cinsinden boy aralıklarına göre sınıflandırılmıştır. Örneğin Rahmetli Üstad Ali Pasiner’in “Balık ve Olta” kitabında 10 cm’ye kadar defne yaprağı, 10-18 cmarası çinakop, 18-25 cmarası sarıkanat, 25-35 cmarası lüfer, 35 cm’den sonra ise kofana olarak sınıflandırma yapılmıştır. Tahminim Rahmetli Üstad Ali Pasiner bu sınıflandırmayı yaparken ölçümlerini kuyruk uzunluklarını hariç tutarak yapmıştır. Günümüzde ise balık boylarının ölçümü burundan kuyruk en uç noktasına kadar yapılmaktadır.
Tabi ki lüferin büyüme evrelerine göre almış olduğu isimleri kesin çizgilerle ayırmak çok doğru değildir. Göreceli bir konu olmasına rağmen benim sınıflandırmam şöyle: 15 cm’ye kadar defne yaprağı, 15-21 cmarası çinakop, 21-24 cmarası kaba çinakop, 24-30 cmarası sarıkanat, 30-35 cmarası lüfer, 35-40 cmarası kaba lüfer, 40 cmüzeri ise kofana ismini almaktadır. Bu sınıflandırmayı yüzlerce farklı boydaki balığı inceleyerek, uzunluk ve ağırlıklarını ölçerek oluşturdum. Bu sınıflandırmaya göre 15 cm’den sonra balık sırttan kalınlaşmaya ve yaprak görünümünü yitirmeye başladığı için çinakop ismini alır. 21 cm’den sonraki çinakop ise 100 gağırlığa ulaşmış, iyice kalınlaşmış ve saldırganlaşmıştır. Gönül kaba çinakop boyutundaki balıklara sarıkanat demek istese de, sarıkanat diyebilmemiz için balığın 24 cm’e ulaşması gerekmektedir. Bu boydaki bir balık ise en az 130 g ağırlığındadır. 30 cm’lik bir lüfer 300 gağırlığa ulaşmıştır. 32 cm’ken ortalama 350 g, 33 cm’ken 385 g, 35 cm’ken 415 g, 36 cm’ken 450 g, 40 cm’ken ise 600 g ağırlığındadır. Yapmış olduğum avlarda ölçtüğüm bu değerler balığın beslenmesine göre farklılık gösterebilir. 

3/2 amatör balık avcılığını düzenleyen tebliğe göre 20 cm’den küçük lüfer balığının avlanması yasaklanmıştır. Lüfer avlama limitinin geçtiğimiz sene 14 cm’den 20 cm’e çıkarılmasının etkileri bu sezon görülmeye başlandı. İlk defa bu yaz Marmara ve Karadeniz’deki avlarım sırasında bu denli fazla defne yaprağı görmüştüm. Eylül sonlarına doğru ise Karadeniz’de avladığım lüferlerin sayısı şimdiden geçtiğimiz sezonun toplamında avladığın lüferlerin sayısını geçti. Bu sezon Karadeniz çinakop bakımından da çok bereketli. Bunun sebebinin geçtiğimiz sezon diğer yıllara oranla daha fazla balığın lüfer boyutuna ulaşarak ilk defa nesil yetiştirme şansı yakalamasından kaynaklandığını düşünüyorum. 
Lüfer avı son derece heyecanlı bir avdır. Lüfer avında kullanılan bir çok yöntem olmasına karşın bu yazımda en çok kullandığım yöntem olan at-çek avından bahsetmek istiyorum. At-çek yöntemiyle lüfer avında kullanılan sahte yemler arasında en yaygın olanları kaşıklar ve sert plastikten imal dalan ya da su üstünden gelen tipteki maket balıklardır. At-çek yöntemiyle lüfer avı sabır isteyen bir iştir. Özellikle sabahın ilk ışıkları ve akşam saatleri olmak üzere doğru zamanda doğru yerde sabırla at-çek yapmayı gerektirir. 
At-çek avında kullanılan kaşıkların sahip olması gereken bir takım özellikler vardır. Bu özelliklerin başında atış mesafesi ve kaşığın su içindeki parıltısı gelir. Kaşıkların maket balıklara göre en büyük avantajı atış mesafesinin fazla olmasıdır. Atış mesafesini etkileyen faktörler ise kaşığın ağırlığı ve şeklidir. Uzun atışlar için kaşığın fırlatılma esnasında havada yalpa yapmadan minimum sürtünmeyle süzülmesi gerekir. Kaşığın bu şekilde süzülmesi ağırlığı ve şekliyle alakalı olmakla beraber atış tekniği ve rüzgar da süzülmeyi etkileyen faktörler arasındadır. Örneğin rüzgar arkadan alındığında kaşığın havada yalpa yapmadan süzülmesi daha kolayken, kafadan alınan rüzgarda bunu sağlamak daha güçtür. Kaşığın su içinde çekilirken yaptığı hareket periyodik olarak sağa ve sola devrilme şeklindedir. Parlak yapıda olan kaşıklar bu devrilmeler esnasında güneşten aldığı ışığı yansıtarak çakarlı (yanıp sönen) bir görüntü oluşturur. Bir kaşık ne kadar enli yapıdaysa o kadar belirgin çakar yapar. Hedeflenen balığın büyüklüğüne göre kullanılan kaşığın büyüklüğü de farklılık gösterir. 

Bence lüfer avında kullanılan kaşıkların maket balıklara göre en büyük dezavantajı balık kaçırma oranlarının yüksek olmasıdır. Genellikle kaşıkların üzerlerinde tek bir adet üçlü kanca bulunur. Kaşığa yakalan lüfer kurtulmak için doğası gereği ilk fırsatta su üstüne çıkmak ister. Suyun içinde bile en süratli balıklardan biri olan lüferin suyun dışındaki hızı muazzam seviyededir. Ağzındaki kaşıkla suyun dışına fırlayan lüfer kafasını sağa sola büyük bir süratle sallar. Bu esnada kaşığın da ağırlığıyla çenesi parçalanarak kancadan kurtulmayı başarır. Lüfer maket balığa yakalandığında ise çoğu zaman maket balığın birden fazla kancası balığın vücuduna saplanır. Her zamanki gibi suyun dışında kafa sallama hareketini yapsa bile hafif olanmaket balık da balığın hareketine eşlik ettiği için kurtulma şansı kaşıktakinden daha düşüktür. Maket balıklar kaşık gibi direkt suyun dibine batmadığından balıkçı maket balığa istediği süratte çekebilir. 
Maket balıkların kaşıklara göre bir diğer avantajı ise güneşten aldıkları ışığı yansıtmak zorunda olmadıkları için gece de kullanılabilmeleridir. Kaşıklar ise gün ışığında ya da gece çevrede denize vuran bir ışık kaynağı olduğunda kullanılabilir. Lüferlerin başlıca avları arasında zargana gibi uzun balıklar geldiğinden hemen hemen kendi boylarındaki uzun yapılı maket balıklara da saldırmaktadır. Kaba lüfer ve kofana avlarında genellikle 18 cm’e kadar olan maket balıklar kullanılırken, çinakop avında 7-9 cm’lik maket balıklar tercih edilir. Lüfer avında kullanılan maket balıkların sahip olması gereken özelliklerin başında da atış mesafesi ve yüzüş aksiyonu gelir. Maket balıkların atış mesafesi de ağırlıkları ve şekilleriyle alakalıyken, yüzüş aksiyonları gaga şekilleriyle alakalıdır. Bir maket balığın gagası ne kadar büyükse yüzüş derinliği de o kadar fazladır. Gagasız maket balıklar ise tamamen su üstünden gelir. Gaganın görevi maket balığın hem yüzüş derinliğini hem de aksiyonunu ayarlamaktır. Düze yakın şekilde yüzen maket balıklar kullanırken arada kamışın ucunu sertçe hareket ettirerek aksiyon vermek avın verimini arttırabilir. 

Balıkçı avda maket balık mı yoksa kaşık mı kullanacağına karar verirken av bölgesinin şartlarını göz önünde bulundurmalıdır.  Bir avda tek bir kaşık ya da maket balık kullanmak yerine farklı kaşık ve maket balıklar da denenebilir. Böyle durumlarda takıp çıkarma kolaylığı sağlaması açısından ufak klipsler kullanmakta fayda vardır. Hangi yemle yakalanmış olursa olsun oltaya yakalanan lüfer, suyun dışına fırlamasını önlemek için, boşluk vermeden hızlı bir şekilde çekilmelidir. Mümkünse kamışın ucu suya sokularak balığın daha derinden gelmesi de sağlanabilir. Lüfer avında oltaya her an bir levrek de gelebileceğinden takım daha büyük balıklar için de uygun olmalıdır. Ben de eylül ayı içersinde canlı yemle lüfer avlamaya çalışırken şans eseri 1.3 kg’lik yakışıklı bir levrek yakalama şansı buldum. 
Son olarak lüfer avında dikkate edilmesi gereken bir konuya daha değinmek istiyorum. Oltaya yakalanan lüfer kancadan çıkarılırken balığın jilet gibi keskin olan dişlerinden ve yemin kancalarından sakınılmalıdır. Şayet kanca kaza sonucu çengeliyle  beraber balıkçının etine saplanmışsa kanca hareket ettirilmeden en yakın Sağlık ocağına gidilmelidir. Burada kancanın battığı yer lokal olarak uyuşturulduktan sonra kanca cerrahi operasyonla acısız çıkarılmaktadır. Ne yazık ki çok yakın zaman önce bizzat bu operasyonu geçirmek durumunda kaldım. Tüm zorluklarına rağmen lüfer avı her amatör balıkçının rüyalarını süslemeye devam edecektir. Denizlerin asabi yakışıklısın peşinde koşarken tüm balık sevdalılarına rast gele…