Kategori arşivi: Genel

Artık İki Kişiyiz

Bugünden itibaren sevgili dostum Savaş Dursun da harika av fotografları eşliğinde birbirinden güzel yazılarını burada paylaşacak. Kendisinin gerek birikimiyle, gerek araştırmacı yönüyle bloga yepyeni bir boyut kazandıracağına olan inancım tam.

Bundan böyle çok daha güncel yazılar eşliğinde siz takipçilerimizin karşısında olmayı hedefliyoruz. Savaş’a buradan yazılarında başarılar, sizlere ise içinde bulunduğumuz av sezonunda iyi avlar diliyorum.

Görüşmek üzere…

Dağdan İndim Denize – 3

24 Ekim 2012

Sabah:

İstanbul’daki avlarımı noktalayıp, rotamı Ege Denizi’ne çevirdim. Havaalanına felaket bir yağış ve fırtına eşliğinde vardım. Aklımdan bu havanın sonrasının iyi balık yapacağını geçiriyordum ki çok geçmeden Emre ve Kadem abi’nin Boğaz’ın girişinde telef olmak pahasına lüfer ve sarıkanatı kırdığını öğrendim. Kısmet değilmiş diye geçirdim içimden. Kısmet olsa bile hasta olmayı göze alıp o havada oraya gider miydim, bilmiyorum.

Bodrum’a indiğimde hava normale göre serin olmakla beraber durgundu, ve yağış yoktu. Ancak ben gelmeden önceki günler iyi yağmur yağmış. Eve ayak bastığımda saat 2’ye yaklaşıyordu. Saati kursam mı kurmasam mı diye düşündüm. Hava durgundu, ay henüz dolunay değildi. Bir de benim sürekli bahsettiğim, artık uğur mu demeli lanet mi demeli, ilk gün faktörünü hesaba dahil edince sabah suyunda deniz kıyısında olmanın yerinde olacağına karar verdim.

Saat 6’ya yaklaşırken telefonumun alarmıyla uyandım. Hala batıdaki gün doğumu saatlerine alışamadığımdan acaba geç mi kaldım, yoksa çok mu erken gidiyorum diye bir süre kafa karışıklığı yaşadım. (Ağrı ile Bodrum arasında 1 saati aşkın saat farkı var.) Balığın tav vaktini kaçırmamak için evden aceleyle çıktım. Balığın bu tav vaktini “altın saat” olarak adlandırıyorum kendimce. Bu zaman dilimi bulunduğum avlakta mevsimden mevsime değişiklik göstermekle beraber çoğunlukla sabah ezanından 15 dakika sonra başlayıp, 30 dakika sonra sona eriyor. Bu vakitte levreklerin avlanmaları en üst seviyeye çıkıyor. Suyun hemen her yerinde levrek veya diğer avcı balıkların oynaklarını görmek mümkün oluyor. Balık da çoğunlukla bu zaman dilimi içerisinde oltaya vuruyor. Avlakta arabadan inip oltalarımı çıkarırken sabah ezanı okunmaya başladı. Tam zamanında oradaydım.

Bodrum’a her gelişimde dayanmayıp üçer beşer sahte alıyorum. En son aldığım sahteler ile muhafaza kutum kapanmaz hale gelmişti. Evden çıkmadan içlerinden nispeten daha az güvendiğim birkaçını ayıkladım. İçimden de hali hazırda iş yapan sahtelerim varken, neden yeni sahtelere para verdiğimi sorup kendime kızdım. Bu da balıkçılığın yanında ayrı bir hastalık gerçekten. Avlağa vardığımda hava tamamen karanlık olduğu için önce parlak ve beyaz sahtelerle ava başladım. Havanın aydınlanmaya başlamasıyla ben de renkleri koyulaştırdım. Alacakaranlıkla nesnelerin şekillerinin yavaş yavaş belirdiği esnada beklediğim tav da başladı. Birbirinden ayrı 4-5 yerde önden ufak balıklar kaçışıyor, ardından levreğin koca gövdesiyle çıkardığı şapırtı geliyordu. Elimdeki MaxRap’i oynakların sağından, solundan, içinden, dışından her yerinden geçirsem de çalışmadı. Levreğin gözü hemen yüzeydeki ufak gümüşler ve kupezlerdeydi. Benim 13 cm’lik MaxRap’im bunların yanında katana gibi kalıyordu. Son şans olarak 7 cm’lik su üstü sahtesini taktım. Artık hava ağarmış ve hem su üstü oynaklar, hem de su üstü sahtesinin gelişi net olarak seçiliyordu. Daha ilk atışımdı, öncelikle sahtenin aksiyonunu test ediyordum. İstediğim aksiyonu alıyordu. Bu sahte çalışır dememe kalmadan önce sahtenin ardında bıraktığı izde bir girdap belirdi. Ardından ise, bir balıkçıyı en çok heyecanlandıran o an geldi. Sahtenin altındaki su kütlesi bir anda kabardı, ve sahte sert bir kuyruk vuruşuyla dibe indi, aynı anda da kamışı elimden suya çekercesine şiddetli o darbe geldi. Kalbimin atışı hızlanmış, adrenalin saniyeler içinde tüm vücuduma yayılmıştı. Önce balığın güçlü kafa atışlarını savuşturdum. Bu esnada korkum iğnenin iyi oturmamış olmasaydı. Balığın kafa atışlarının seyrekleşmesiyle endişem son buldu. Avlandığım yer denize üçgen biçiminde bir çıkıntı. Balığı bu üçgenin bana göre sağ tarafından aldım. Balık kaçış umuduyla sürekli sola bastı ama sonunda bana çok fazla iş bırakmadan kendi kendini kıyıya attı.

İlk gün faktörü anlaşılan yine iş başındaydı. Korkum, bu şansın daha önceki seferlerde olduğu gibi sonraki günlerde hiç balık alamamamla lanete dönüşmesiydi.

Balığın birkaç fotografını çektikten sonra kepçenin içinde suya yatırıp ava devam ettim. Balığın yaptığı oynaklar seyrekleşmiş ve uzaklaşmıştı. Güneş tepelerin arkasından çıkmadan bir vuruş daha aldım, ama bu seferki ıska geçti. Güneşin doğmasıyla beraber daha fazla şansım olmadığını kabullenip tek balıkla eve döndüm.

Akşam

Genelde akşam suyuna iskeleden serbest olta ile avlanmak, bazen de kalamar avlamak için inerim. Bu sefer sabahki avın keyifli geçmesi üzerine akşam suyunda da şansımı denemeye karar verdim. Sabahki gibi yine tam ezan okunurken sahildeydim. Elimdeki 13 cm’lik sahteleri sırasıyla denemeye başladım. At-çek’e otomatiğe bağlamış bir şekilde, kafam tamamen başka yerlerde devam ederken oltanın bir anda olduğu yerde saplandığını hissettim. Rüyadan uyanıp oltanın başına geri döndüm. Kısa ama güzel bir mücadelenin sonunda balığı karaya aldım.
Balığı fotograflamak için zaptetmeye çalışırken kuyruk darbesiyle fotografta görünen sahte kutusunu fırlattı. Uzun bir süre dağılan sahteleri toplamaya çalıştıktan sonra at-çek’e devam ettim. Kısa bir süre sonra sahte poşete takılır gibi ağırlaştı, fakat ben bunun poşet olmadığını çok iyi biliyordum. Çok da büyük olmayan kalamarı mürekkebinin hedefi olmadan başarıyla karaya aldım. Kalamarın tek gezmeyeceğini, etrafta diğer kalamarlar olabileceğini bildiğimden sahteyi kalamar zokası ile değiştirdim. Kalamar zokası ile de yine aynı boyda bir kalamar aldım. Daha ava devam edebilirdim ancak hem önceki günkü yolculuğun, hem de sabahki seansın yorgunluğuna dayanamadığımdan ava ertesi sabah devam etmek üzere son verdim.

Sualtı Fotograf Avcılığına Dönüş: Datça (2. Kısım)

Tatilimin ikinci durağı Datça’nın Palamutbükü koyuydu. Buraya gelmeye balık tutma veya dalış yapma kaygısı olmadan, sadece çevremden duyduğum tavsiyelerden yola çıkarak karar vermiştim. Gerçekten de koy görmeye alışık olmadığımız, insana kendisini tropik bir adada hissettiren maviliğiyle karşıladı bizi. Odaya yerleşir yerleşmez ilk iş kendimi denize attım. Göz alabildiğine bir berraklıkla kucakladı beni deniz. Dipteki çakıl taşları, üzerlerinde tek yosun kalıntısı dahi olmaksızın mermer gibi parıl parıldı. Bu emarelerin ne anlama geldiğini biliyordum. Bir deniz çölüydü burası. Sudaki organik madde miktarı çok az olduğu için deniz böylesine berrak, taşlar bu denli yosunsuzdu. Bunun yanında burada yaşayan canlıların sığınabileceği ne doğru dürüst bir kayalık, ne de eriştelik vardı. Çakılla başlayan ve kumluk devam eden dip yapısı açığa doğru göz alabildiğince uzanıyordu. Anca kıyıdan 100 metre kadar açılınca parça parça eriştelikler başlıyordu. Deniz ilk bakışta adeta bir çöl gibi tamamen cansız gibi görünüyordu. Ama nasıl çöl içinde kendine özgü onlarca türü saklıyorsa, buranın da birçok farklı türe ev sahipliği yaptığından emindim. Aynı çöldeki gibi burada da yaşam kumların içinde gizliydi. Burada yaşayan tüm canlılar var olma savaşında kuma bağımlıydılar. Avlanan da, avlayan da kendini kumda saklıyordu. Ancak bunun bilincindeki gözlerle bakıldığında buradaki hayatı görmek mümkündü. Ben de bu gözle çıktım yola.

Buradaki yaşamı, karadaki çöllerle benzer kılan diğer bir unsur da barındırdığı canlıların çoğunun zehir taşımasıydı. Nitekim ülkemiz sularının en zehirli ailesi trakonyalar bölgede en çok karşılaştığım türlerin başında geliyordu. Yaptığım dalışlarda iki farklı trakonya türüne rastladım.

Trachinus draco (Trakonya)
Trachinus radiatus (Yaldızlı trakonya)

Trachinus radiatus (Yaldızlı Trakonya)

Trakonyalara dalış esnasında dahi çok dikkatli yaklaşmak gerekiyor. Pek çok canlı gibi trakonyalar da kendilerini tehdit altında hissetmedikleri müddetçe tehlikeli olmaz. Yine de bu türe mensup bireyler sırt yüzgeçlerindeki zehrin gücünün farkındadır, ve bu silahlarına haklı bir güven duyarlar. Kendini huzursuz hisseden trakonya ilk aşamada ya kendini kuma gömme, ya da bulunduğu yerden uzaklaşma gibi barışçıl yollara başvurur. Eğer taciz sürerse, kendine tehdit oluşturan canlının yakın çevresinde dolanarak dikenlerini temas ettirmeye çalışır. Bu nedenle trakonyaya olabildiğince sakin bir şekilde ani hareketlerden kaçınarak yaklaşmak ve ısrarcı davranmamak gereklidir.

Trakonyaları neredeyse yaptığım tüm dalışlarda kafamı her çevirdiğim yerde gördüm. Neyse ki bu bölgede denizin hızlı derinleşmesi ve trakonyaların hepsinin insan boyunu geçen yerlerde bulunması denize girenler için olası kazaları önlüyordu.
Kumluk alanda denize girenler için diğer bir tehdit ise vatozlardır. Sanılanın aksine her vatoz türü zehirli değildir. Sadece bazı vatoz türleri kuyruk kısmında bulundurduğu zehirli dikeni bir savunma silahı olarak kullanır. Dalış yaptığım bölgede de rina adıyla da bilinen dikenli vatozlara çokça rastladım. Boyca büyük olmasalar bile sualtında uçan halıyı anımsatan yüzüşleri ile bana muhteşem bir seyir zevki sundular. Vatozlara tepe bölgesinden çok yaklaşılmadığı müddetçe tehlike arz etmezler. İnsanlara karşı fazla çekingen olmamakla beraber, çok rahatsız edilirse genelde ortamdan hızlı bir şekilde uzaklaşırlar.

Dikenli vatoz (Dasyatis pastinca)

Dikenli vatoz (Dasyatis pastinaca)
Dikenli vatoz (Dasyatis pastinaca)

İlk birkaç dalıştan sonra gözüm kuma alıştı. Artık kuma saklandığını zanneden birçok balığı rahatlıkla seçer duruma gelmiştim. Ama bir balık vardı ki, kendim bile nasıl gördüğüme şaşırdım. Gözleri hariç kendisini tamamen kuma gömen bu balığı 5-6 metre yukarıdan seçebilmiştim.

Balon Balığı (Torquigener flavimaculosus)

Sularımıza Kızıldeniz üzerinden gelen balon balığı ailesinin nispeten daha ender görülen cüce bir türüydü bu balık. Diğer yandan, ilk kez sualtında bir balon balığıyla karşılaşıyordum. Bu yüzden kendisini art arda dalışlarla ve flaşlarla uzunca bir müddet taciz ettim. Benden kurtulmak adına çareyi gözden uzaklaştığı her fırsatta kendini kuma gömüp saklanmakta buldu. Yine de istediğim fotografları alana kadar uzunca bir süre benden kurtulamadı.

Balon Balığı (Torquigener flavimaculosus)

Balon Balığı (Torquigener flavimaculosus)

Balon balığı da herhangi bir dikeni olmasa dahi iç organlarında yer alan toksik madde nedeniyle bu çölün zehirli güzellikleri arasında sayılabilir.
Balon balığını geride bırakıp kumlukta yol almaya devam ettim. Dipte yatan pisi balıklarını mükemmel kamuflajlarına karşın rahatlıkla fark edebiliyordum. Bölgede tek tür pisi balığı ile karşılaştım.



Pisi Balığı (Bothus podas)

Kamufle olan diğer balıklar gibi pisi balıkları da, hemen hemen temas mesafesine gelene kadar kamuflajını bozmuyor. Hatta bazı sualtı avcıları kalkan ve dil balığını bu özelliklerinden yararlanarak elle yakalayabilmekte. Benim amacım avlanmak olmadığı için pisi balığının huzurunu çok kaçırmadan uzaklaştım.

Dalışlarımda en çok rastladığım türlerden bir diğeri ise lapin ailesinin sularımızdaki en ilginç görünümlü türü olan ustura balığıydı. Sevimli görünümlerine karşın özellikle sahasını korumakta oldukça agresif olan bu balık, herhangi bir tehlike anında ise kendini inanılmaz bir hızla kuma gömüyor. Ustura balığı trakonya veya balon balığı gibi vücudunu kısmen kuma gömen balıklardan farklı olarak tamamen kumun içinde kayboluyor; istediğiniz kadar kumu eşeleyin izine rastlayamıyorsunuz.



Ustura balığı (Xyrichthys novacula)

Ustura balığı beyazdan, pembe ve yeşile kadar çok farklı renklerde görülebiliyor. Herhangi bir kaynaktan doğrulamasam da parlak renklerin birçok balık türünde olduğu gibi erkeklerde üreme zamanında dişilere gösteriş yapma amacıyla belirginleştiğini düşünüyorum.

Kumluktan bir süre sonra sıkılıp açıktaki erişteliklere palet vurdum. Kumluk alanlarda erişte tarlaları ve kayalıklar, çöldeki vahalar gibi birçok canlıyı etrafına toplar. Buradaki eriştelikte de çeşitlilik kumluğa göre nispeten artıyordu ancak balıkların çoğu kupes, ispari, papaz balığı gibi fotografçılık açısından pek fazla şey vaadetmeyen türlerdi. Eriştelikler arasındaki gezintime devam ederken karşıma fosforlu mavilikleriyle izmaritler çıktı. Onlar erişteler arasındaki yavru balıkların peşinden koşarken ben de onların peşinden koştum. Ortaya da birkaç güzel kare çıktı.

İzmarit (Spicara maena)
İzmarit (Spicara maena)

Tatilin son günü denizden çıkma vakti geldiğinde bir süre denizle kıyının birleştiği yerde durup küçük dalgaların kıyıya vuruşunu izledim denizin altından. İki farklı dünyanın keşiştiği çizgideydim. Bir tarafta kendimi ait hissettiğim, diğer tarafta ise ait olduğum dünya vardı. İçimde hep o çizgide kalma isteği vardı. Ama bir süreliğine ait olduğum dünyaya geçmeye mecburdum. Ben de hiç değilse denizden uzak kaldığım günler için bu anı ölümsüzleştirmeye karar verdim. Birkaç ay sonra tekrar buluşma sözüyle denize veda ettim.

Sualtı Fotograf Avcılığına Dönüş: Bodrum (1.Kısım)

Dolabın çekmecelerinde eşyalarımdan birini ararken karşılaştım onunla. Üstü biraz tozlanmış, plastikten şeffaf kısımları da biraz da sararır gibi olmuştu.  İki sene öncesi deklanşör tuşuna basmaya yarayan yayının arızalanmasından bu yana bir köşeye atmıştım fotograf makinemin su altı kılıfını. O gün bugündür de kendisine bozuk mualemesi yapmış, suya sokmamıştım. Aklıma acaba hala çalışıp çalışmayacağı sorusu geldi. Zira uzun süredir bakımını yapmadığım için sızdırmazlığını sağlayan o-ring’ler kurumuş ve çatlamış olabilirdi. Bunu bilmenin tek yolu vardı, denemek. Zaten her gün şnorkelle dalış yapıyordum, üstüne üstlük dalış bölgelerim alışık olmadığım kadar canlıydı. Daha önceki gün 7-8 metrelerde cüssesini gere gere dolaşan bir sinaritle burun buruna gelmiştim. Bir anda içimde bir heyecan parladı. Doğrudan ağırlık yeleğimi ve paletlerimi alıp sahile koştum. Kısa bir kuşanma faslından sonra sıra kritik ana gelmişti. İçinde fotograf makinemin bulunduğu sualtı kılıfını yavaşça suya batırdım. Vida boşluklarında kalan birkaç baloncuk dışında baloncuk çıkmadı. Sualtı kılıfım hala işler durumdaydı. Paleti vurup uzun bir aradan sonra yeniden mavilerin paparazziliğini yapmak üzere yola çıktım.

İlk durağım yeni keşfettiğim eşkina yuvası oldu. Balıkların boylarına bakılırsa bu taşları daha bu sezon mesken tutmuşlardı. Benim için o gün ve ilerleyen günlerdeki en güzel modelliği yaptılar. Sualtındaki sakin duruşları, bir tüyün havada süzülmesini andıran zariflikteki yüzüşleri ile nefesimin sonuna kadar kendilerini hayranlıkla izlettirdiler bana. Eşkinalara fotograflarını çekmek için yaklaşırken dibe belli bir mesafe kala palet çırpmayı bırakıp onların süzülmelerine ortak olmak gerekiyor. Ani bir hareket yapmadığınız müddetçe eşkinalar sizden kaçmıyor, aksine siz yokmuşçasına rahat hareket ediyorlar. İlgilerini çekmek için ses çıkarmayın, bu durumda diğer balıklar eşkinalardan daha hızlı ilgi gösterip ortamı kalabalıklaştırıyor, eşkinalar ise bu kalabalığa girmekten hoşlanmıyor.

Eşkinaların ardından objektifimi etrafta külhanbeyi edasıyla gezen genç orfoz ve lahozlara yönelttim. Ancak ne varsa bu balıklar uzaktan göründüğü kadar cesur davranmadılar, aradaki mesafeyi kısaltmama bir türlü izin vermediler. Diğer yandan herkesin bu hayvanlara benim kadar iyi niyetli yaklaşmadığını düşünüp bu şekilde ürkek davranmalarına sevindim.

Yine orfozları fotograflamak için daldığım bir esnada önceki gün karşılaştığım sinarit ile tekrar karşılaşıp karşılaşmayacağımı aklımdan geçiriyordum ki maviliklerin arasından bana doğru yaklaşan bir karartının olduğunu farkettim. Karartı yaklaştıkça büyüdü, rengi parlak mora çalmaya başladı. İşte beklediğim balık karşımdaydı. En azından 3 kilo ağırlığındaydı. Elimde ne zıpkın vardı, ne başka bir av aleti ama ben yine bu heybetli görüntü karşısında heyecanlıydım. En azından ona ait bir kareyi suyun yüzeyine taşımak istiyordum. Belki heyecanıma yenik düşüp ani bir şekilde objektifi ona doğrultunca bir anda huzursuzlandı. Deklanşörü basana kadar iş işten geçmişti. Kuyruğu bana dönük görüş alanımın sonuna kadar uzaklaşmıştı. Üzülmedim, ne de olsa bir gün yine karşılaşacaktık. Ama bu sene, ama sonraki sene… Ama denizin altında, ama denizin üstünde…

Kendimi dalışa ve fotografa öylesine kaptırmıştım ki, üşüdüğümü çok sonra farkedebildim. Dönüşe geçmenin zamanı gelmişti. Kıyıya yaklaşırken ispendekler karşıladı beni. İlk başta yaklaşma konusunda tereddütlü davransalar da, sabırlı bir şekilde bekleyince birkaçı yanıma yaklaşıp poz verdi. Poz verenlerin en yakışıklısı da sanırım buydu.

Ertesi akşam yine sudaydım. Sırasıyla aklıma kazıdığım tüm taşları gezdim. Eşkinalar yerli yerindeydi, orfozlar yine ürkekti, sinarit ise ortalarda yoktu.
Ben de bunun üzerine fotograf malzememi kıyıya daha yakındaki taşların arasında aramaya karar verdim. Fotograf avının güzel yanı avınızın değerli olması için illa ekonomik değerinin olması veya trofe boylarda olmasına gerek duymaması. Bazen ufacık bir kayabalığı dahi harika bir kare sunabiliyor.
Kayaların arasında dolaşırken bir yazılı haniyi gözüme kestirdim. Bu balıklar son derece cesur ve meraklı olduğu için fotograf için de güzel pozlar veriyorlar. Haninin fotograflarını çekmeye başlayacağım esnada bir anda kayaların arasından bir kıpırdanma farkettim. Küçük bir ahtapot benim flaşlarımdan rahatsız olmuş olacak, kayaların arasında saklandığı yerden uzaklaşmaya çalışıyordu. Bu esnada ilginç bir şey oldu. Benim haniler bir anda ahtapotun etrafını sardılar. Sanki ahtapotun kendi bölgelerinde bulunmasından rahatsız oluyor gibiydiler. Buna rağmen yine de ahtapota karşı temkinli hareket ediyorlardı. Bu esnada benim de güzel fotograflar çekmeme fırsat verdiler.

Ahtapotu geride bıraktığımda artık tatilin Bodrum faslını da geride bırakma zamanı gelmişti. Ama daha sırada Datça vardı ve ben sualtında fotograf çekmenin tadına bir kez daha varmıştım.  

Devamı: Sualtı Fotograf Avcılığına Dönüş: Datça (2. Kısım)

Amatör Balıkçılık ve İnternet

Bundan seneler öncesi Bilgehan Sarp amatör balıkçılıkla ilgili ilk Türkçe siteyi kurduğunda işin günümüzdeki boyutuna varabileceğini hayal edebilir miydi acaba? Bugün mantar gibi türeyen forumlar ve çoğalma hızı açısından ondan pek aşağı kalmayan elektronik mağazalar ile amatör balıkçılık siteleri neredeyse internet ortamında bir sektör haline gelmiş durumda. Her gün binlerce internet kullanıcısının akınına uğrayan forumlar büyük organizasyonlar düzenliyor, reklam alıyor, hatta zaman zaman kendi ürünlerini dahi pazarlıyor. Kısacası amatör balıkçılık siteleri artık pek de “amatör” değil. Peki sürekli birbirleri ile çekişme içinde bulunan bu platformlar amatör balıkçılık hobisinin gelişiminde ne gibi bir rol oynuyor?

Bugüne kadar olan balıkçılık geçmişimde bir dönüm noktası belirtmek gerekirse, kuşkusuz ki bu nokta Bilgehan Sarp’ın sitesini keşfettiğim döneme dayanır. Her sahil kasabasında olduğu gibi, yaşadığım orta halli Karadeniz şehrinde de nam salmış usta balıkçılar vardı. Herkes kıyıya balıksız dönerken, bu ustalar tuttukları palamutları, lüferleri teknelerinden büyük bir gizlilik içinde kıyıya boşaltırlardı. Onlara kazara yol yöntem soracak olsanız ya bilmezden gelirler, ya da hikaye anlatırlardı. Ancak bu ustalar arasında da geleneksel yöntemlerin dışına çıkmış, kendini geliştirmiş, yeniliklere açık balıkçılarla tanışmak mümkün olmazdı. Zira bu balıkçıların ustalığı klasik yöntemlerin içinde yarattıkları nüanslardan ileri gelirdi. Yemin takılışındaki önemsiz görünen bir ayrıntı, meranın seçimi, balığın suyu… Ama çoğunun bu işi ticari boyutta sürdürmesinden dolayı, yeni yöntemler denemez, bildiklerinden vazgeçmezlerdi. Onlar için işin sonunda en az mazotla, en fazla balığı yakalamak önemliydi. Sonuç olarak bizler de bu ustalardan görebildiğimiz kadarını uygulamaya çalışırdık. Çapari ve zokadan başka takım, palamut, lüfer, istavritten başka balık bilmezdik. Yine levreğin, kalkanın, kırlangıçın simasını tezgahta görür, denizde bir yerlerde olduğunu bilirdik, ama nasıl yakalanabileceği konusunda ne bir çabamız, ne de bir fikrimiz olurdu.

2004 yılında sırasıyla Bilgehan Sarp’ın sitesi, yahoogroups’taki çeşitli gruplar, ve bugün aktif olmamakla beraber internetteki ilk Türk amatör balıkçılık forumu olan amator-balikcilik.com forumumuzla tanıştım. Bu tanışıklığı takip eden kısa zamanda her şey benim açımdan çok farklılaşmıştı. Artık hayatıma rapala, uzun olta, örgü misina ve bunun gibi birçok kavram girmişti. Hem tekne sahibi olmamızdan, hem de liman içinin kirliliği ve bereketsizliği nedeniyle unuttuğum kıyı avcılığına tekrar ilgi duyar olmuştum. Artık sadece Karadeniz’in lüferi, palamutu yoktu benim için, Marmara’nın karagözü, Ege’nin mercanı, sinariti, Akdeniz’in akyası vardı. Doymak bilmez şekilde her balığın özelliklerini araştırıyor, nasıl yakalandıklarının dışında, nerelerde yaşadıklarını, hangi mevsimde ürediklerini, göç ederken hangi rotaları kullandıklarını öğreniyordum. Hatta ve hatta bunu yaparken aklıma istem dışı bir biçimde tüm deniz canlılarının Latince isimleri kazınıyordu. Nitekim yabancı kaynaklarda araştırma yapabilmek için bu Latince isimler gerekliydi. İnternetin bana kattığı sadece teknik bilgiler değildi. Oltayı elime ilk aldığım günden bu yana hep merhametli davranmış olsam da, özellikle izlediğim yabancı balık avı videolarında balıkçılık etiğini keşfediyordum. Ve hepsinden önemlisi forumlarda tanıştığım kafadengi insanlar ile balığa çıkıyor ve bu kişilerin çoğuyla hem av esnasında, hem av dışında sağlam temelli dostluklar kuruyordum.

Her ne kadar internetin balıkçılık alanında bilgi edinmek isteyenlere katkısı tartışılmaz gibi görünse de, işin devamında her şey bu kadar güllük gülistanlık olmadı. Forumlardaki iç çekişmeler, kıskançlıklar, amaçsız rekabetler kısa zamanda bu bilgi birikiminin dağılmasına ve kişisel hesapların ön plana çıkmasına yol açtı. Aynı dönemde özellikle ucuz Çin malları balıkçılığa olan ilginin hızla artmasını sağladı. Bu ilgi çok geçmeden internete de yansıyarak bir elin parmaklarını geçmeyen platform sayısını beşe, buraları ziyaret eden kullanıcı sayısını ise çok daha fazlasına katladı. Zaman geçtikçe forumlarda paylaşılan yerler kalabalıktan balık tutulamaz hale gelmeye başladı. Bilinçsiz paylaşımlar verimli meralara sadece amatör olta balıkçılarını değil, gece zıpkınla avlananları, ığrıpçıları, dinamitçileri de çekti. Elbette tüm suçu paylaşımda bulunulan platformlara yüklemek yanlış olur, ama burada yayınlanan her resim tetikte bekleyen potansiyel birçok aç gözlü katilin bakir kalan son kıyıları da talan etmesine yol açtı.

Geleceğin forumlar açısından nelere gebe olduğunu görmek kolay değil. Bu hobiyle uğraşanların profilindeki genel düşüşe -bu başka bir yazının konusu olmaya adaydır- karşın yavaş da olsa bu kitleye bilinç aşılaması yönünden forumların yeri çok önemli. Ancak olta balıkçılığına olan ilgi bu kadar kontrolsüz bir biçimde artmaya devam ettiği ve forumların bu artışın perde arkasında oynadığı rol dikkate alındığında bugünün şartlarında forumların faydalarından bahsetmek pek de mümkün olmayacaktır.

Olta : İki Dünya Arasındaki Bağ

Gündüz öğle vaktine yakın uyanmak, geceleri ise geç vakitlere kadar eğlenmek… Tatilin birçok insana ifade ettiği şeyler bunlar… Benim rutin tatillerim ve haftasonlarım ise sabahın 5’inde kalkıp, akşam 10 gibi yatağın yolunu tutarak geçiyor. Hayır, tatillerimde ek iş olarak fırıncılık veya çöpçülük yapmıyorum. Sadece balığa gidiyorum. Bu hastalığa ne zaman yakalandığımı tam olarak bilmiyorum. Elime ilk oltayı almam mendirek taşlarının üstünde yengeç peşinde koştuğum zamanlara mı, veya babamın beni yanında götürdüğü ırmak avlarına mı dayanıyor, ondan da emin değilim. Emin olduğum tek şey varsa o da o günden bu yana kafamın bir köşesinde sürekli lüferlerin, levreklerin, baraküdaların, akyaların gezindiği…

Her şeye rağmen, uğraştığım hobiyi balık tutmak diye adlandırmam kendime haksızlık olur. Geceden ertesi sabah balığa gideceğimi bilmenin heyecanıyla türlü hayaller kurarak uykusuz kalmak, sabah ayazında doğan güneşi karşılamak, mevsimi, mekanı, havayı, akıntıyı hesaplayarak neyi nasıl yakalayacağıma karar vermek ve denizle bütünleşmek… Tüm bunların sonucunda gelen balık aslında bunca uğraşın sadece meyvesi, uğraşın kendisi değil.

Bunun yanında denizlerdeki hayata duyduğum ilgiyi sadece olta balıkçılığına indirgemem de doğru olmaz. Hatta olta balıkçılığına olan ilgim, özellikle zaman açısından daha iyi imkanlarımın olduğu öğrencilik dönemimde dalış ve sualtı fotografçılığına duyduğum ilginin bir hayli gerisindeydi. Ama topyekün bakıldığında tüm ilgi alanlarımın odağında balıkların ve denizler altındaki yaşamın olduğunu görmek pek zor değil. Peki neydi omurgalı sınıfının ilk basamağındaki bu canlıları benim için bu kadar farklı yapan?Neden kurbağa, kuş, kertenkele vesaire değil de balık?

Bu soruyu kendime sorduğum ilk zamanlar, deniz yaşamına karşı duyduğum tutkunun ilkel avcılık güdüsünden kaynaklandığını düşünmekteydim. Hala da balıklara olan ilgimin temelinde kısmen avcılık hissiyatımın rol oynadığını kabul ederim. Ama balık avını ne kadar seviyorsam, diğer kara avları da bana o kadar itici gelmekteydi. Asıl ilgi alanımın avcılık olmadığı kesindi. Daha sonraları dalışa ve su altı fotografçılığına olan ilgim artınca, denizlere olan tutkumun temelinin çok daha derinlerde olduğunu keşfettim. Denizlerin altı, insana içinde yaşadığı dünyadan çok daha farklı bir dünya sunuyordu. Sualtında süregiden hayat, etrafımızda aşina olduğunuz hiçbir yaşam biçimine benzemiyordu. Yer çekimi olmayan bu loş mavi ortamda canlıların beden yapıları, hareket şekilleri, iletişim biçimleri ve daha bir çok şey karadakinden, adeta iki farklı gezegene aitmişçesine tamamen farklıydı. İşte benim ilgimi çeken de buydu: Köprüden geçerken veya vapura binerken üstünden geçtiğim, kıyısında yürüyüş yaptığım, akşamları aynasında gün batımını veya mehtabı izlediğim denizlerin altında, yani hemen yanı başımızda sürüp giden hayatı keşfetme isteği…

Genel çerçevde yapılan sportif dalış bu saklı dünyayı çok sınırlı olarak görmeye imkan sağlar. İnsan fizyolojisinin limitleri, dalışa yasak bölgeler veya pratik olarak dalış yapmanın mümkünatı olmayan yerler insanın sualtında keşfedebileceği alanı büyük ölçüde kısıtlar. İnsanın limitlerinin sonlandığı noktada oltanın ucundaki incecik misina, yanı başınızdaki bilinmeyen dünyanın derinlerinden gelen, mors alfabesi ile kodlanmışa benzeyen bu sinyalleri size taşır. İlk başlarda dipteki taşlar, akıntı, midyeler, deniz anaları, balıklar derken hepsinin gönderdiği sinyaller bir birine karışsa da zaman ilerleyip el alıştıkça hepsinin olta ucundaki tınısının farkı anlaşılmaya başlanır. O gün geldiğinde, sizden metrelerce aşağıda balığın oltanın yanından geçerkenki kuyruk darbelerini hissetmeye başlarsınız. Artık sadece oltanın ucunda hangi balığın olduğunu değil, o balığın davranışlarını da hissedebiliyorsunuzdur. Kendinizi bir anda metrelerce derinlikte balıkla karşı karşıya onunla strateji savaşı verirken bulursunuz. İşte bu aşamada en sığ sulardan, en derin çukurlara kadar tüm denizleri keşfetmeye hazırsınız demektir. Yolunuz açık olsun…