Kategori arşivi: Baraküda

Ekim Ayı Ege Avları – 1

Blogun ismini “Balık Günlükleri” koyarken hedefim, bu platformun gerçekleştirdiğim avları hikayeleriyle beraber anında paylaşabileceğim bir günlük olmasıydı. Ancak bugüne dek bu amacımı çok nadiren gerçekleştirebildim. Bugün, sitenin sizin göremediğiniz arka yüzüne baktığımda adeta karşımda bitirilmemiş yazılar mezarlığı var. Bazılarının başlığı atılmış, öylece bırakılmış. Bazıları son bir paragrafı bekliyor. İşin kötü tarafı, bir yandan da yeni sezon ile beraber yaptığım avların da sayısı sürekli artmaya başlayacak. Ben de bu yoğunlukta kısıtlı zamanımı, ölü yazıları diriltmek yerine, daha dumanı üstünde avları kısa kısa sunmaya ayırmaya karar verdim. Her ne kadar tüm yazılarımın başında bu seferki kısa olacak desem de, hiçbir zaman kendime verdiğim bu sözü tutamıyorum. Bakın, yine bir ton gevezelik yaptım bile. Neyse, uzatmadan yine bir bayramda Bodrum klasiği raporuma geçiyorum.

Filmin sonunu baştan söyleyeyim. Beklentimin çok çok altında, kesat bir 9 gün geçirdim. İstanbul’da üstümde olan bereketsizliği sanki Bodrum’a taşımış gibiydim. Bu denli uzun bir tatilin bilançosu 1 levrek (800 gram), 2 ispendek (400 gram altı), 1 turna, ve birkaç lidaki (200-300 gram) olmamalıydı.

Mart ayındaki bereketli su üstü levrek avlarımdan sonra bu harika anları kayda alabilmek için büyük bir hevesle kendime bir GoPro kamera edindim. O kamerayla kayda başladığım günden bu yana su üstü sahteme doğru düzgün takip bile alamıyorum. Balıklar mı utangaç, ben mi becerimi kaybettim, bilemiyorum. Ancak bu sefer de tüm levrek ve ispendeklerimi sübye ile avladım. Doğrusunu söylemek gerekirse, Ege’nin balıkçılarında çok yaygın olan şu mamun sevdasını pek anlayamıyorum. En azından benim bulunduğum bölgede mamun küçük balıkları beslemekten başka pek bir işe yaramıyor. Gücünüz ve sabrınız küçük balıklara mamun yetiştirecek kadar fazlaysa, o zaman arada birkaç dişe dokunur balık alabiliyorsunuz. Sübye ise daha ziyade belli boyun üstünde balıklara çekici gelen bir yem. Ufaklıklar bu yemi sertliğinden ötürü pek tırtıklayamadıklarından genelde sevmiyorlar. Ancak taktığınız iri sübye parçasını tek hamlede yutabilecek balıklar için bu yem harika bir seçim. Nitekim daha önceki avlarda da yaptığım gibi, geceleri 0,35’lik misinaya bağlı 3/0 no’lu iğnemi iri parça sübye ile yemleyerek kıyıdan 10-15 metre kadar ileri savurdum. Bu şekildeki avlarım hep hüsran ile sonuçlanmıştı. Ya balık ben farkına bile varmadan misinayı koparmış, ya karaya alma esnasında oltadan kurtulmuş, ya da boşa tasma atmıştım. Ama hemen her gittiğimde bir şekilde vuruş almıştım. Bu sefer aynı bölgeye iki olta atıp, kamışların ucuna vuruş olduğu anda müdahale edebilmem için zil taktım. İlk gece, oltayı attıktan 10 dakika kadar sonra zil hafifçe çaldı. Balık ben geldim diyordu. Ufak ufak bir kaç oynamanın sonunda, sert bir kafa darbesi ile kamış yerinden oynadı. Aynı anda ben de tasmayı vurdum. Oltayı bir iki tur çevirmiştim ki, misinanın takıldığını hissettim. Bu esnada balık da basıyordu. Bir anda olta boşaldı. Yine kaçırmıştım. Üzülmeye fırsat bulamadan oltanın hala gergin olduğunu hissettim. Gezer kurşunlu takımda muhtemelen kurşun bir taşın arasına sıkışmış, balık da basınca kurşun sıkıştığı yerden kurtulmuştu. Aklımdaki en yüksek ihtimal bunun bir mığrı oluşuydu. Zira daha önceki deneyimlerimi kime anlatsam oltayı koparma tarzından bunun bir mığrı olabileceği ihtimali üzerinde duruyordu. Kullandığım makine ilk defa kullandığım eski bir makineydi. Kalama ayarının arkada olduğunu av esnasında farkettim. Bu pek alışık olduğum bir durum değildi. Gecenin karanlığında oltanın ucunda balık varken kalama ayarı arayacak halim yoktu. Biraz şansıma güvenip makineye kuvvet balığı karaya aldım. Karanlıkta balığın beyaz karnı parlıyordu. Orta boy bir mığrı diye geçirdim içimden. Ancak kafa lambamı açınca bunun bir levrek olduğunu farkettim.

Demek ki, bugüne kadar vuranlar mığrı değildi diye geçirdim içimden. Sonraki günlerde karaya çıkardığım iki mığrı, sağolsunlar, bu tahminimi çürüttüler.

Diğer iki ispendeği ise yine sübyeli takımla, biri gece, biri de havanın fırtınalı olduğu bir öğleden sonra aldım. Lidakiler de aynı şekilde sabaha karşı sübyeli takıma geldi.

Yemli avlarım özetle bu şekildeydi. Gelelim sahte ile yaptığım avlara. Kiloluk bir turna harici sahte ile yaptığım avlarda başarısız oldum. Turnayı ise akşam üstü küçük bir mendireğin üstünden aldım.

Almasına aldım da, balığı sudan çıkarmak bir hayli sıkıntılı oldu. Avlandığım mendireğin taşları üstü düz ve üstünde durmaya izin vermeyecek derecede dik açıyla suya iniyordu. Balık çok büyük olmasa da kiloluk balığı spin kamışla o kadar geriden kaldırmak çok büyük ihtimalle balığın kaybı anlamına gelecekti. Bu durumlarda yakaladığınız balığı önünüze kadar getirip sadece kafasını sudan keserek iyice hareketsiz duruma getirin. Balık birkaç hamle yapacak olsa da, kafası suyun dışında olacağından oksijensiz kalıp güçten çabuk düşecektir. Bundan sonra balığı yavaşça alabileceğiniz bir noktaya doğru sürükleyin. Eğer alabileceğiniz hiçbir nokta yoksa, bu süreyi biraz daha uzun tutup, balığın hareketsiz kaldığından emin olun ve yavaşça, mümkün olduğunca zeminden destek alarak kaldırın. Ben kamışı arkadaşıma vererek, denize düşme riskini alıp taşlardan aşağı indim ve balığı kepçeledim. Elbette bu dediğim levrek, turna gibi çabuk yorulan hareketten ziyade gücüyle mücadele eden balıklar için geçerli. Su üstü yapan, kendini oradan oraya vuran bir lüfer, kofana için bu taktiğin işe yarayacağını pek düşünemiyorum.

Önceki zamanlarda da, sahteyle verimsiz avlarım olmuştu ancak hiç bu seferki gibi canım sıkılmamıştı. Daha önceki avlarımda balık mutlaka sabahları oynaklar yapar, sahteyi takip eder, bir şekilde vücuduma adrenalin salgılatırdı. Ancak bu gittiğimde deniz ölü gibiydi. Tek bir gün hariç… Bayramın üçüncü günü havanın bozacağını meteoroloji siteleri günler öncesinden haber veriyordu. Ancak tüm sitelerin tahmini havanın keşişlemeden, yani bulunduğum yer için karadan eseceği anlamına geliyordu. Bu da zaten verimsiz olan avlağın özellikle levrek yönünden iyice verimsizleşeceği anlamına geliyordu. Öyle ki, sabah uyanıp balığa gidip gitmemekte dahi tereddüt ettim. Sonradan hiç değilse turnayı bakarım diyerek yola koyuldum ve genellikle iyi turna aldığım bir avlağa gittim. Burada tek bir vuruş dahi alamadım. Ancak denizin dalgalı olması kafamda soru işareti yarattı. Normalde keşişleme havada deniz ütülenmiş gibi dümdüz olurdu. Avlakta anlamsız yere oyalandıktan sonra eve dönmek için yola çıktım. Ancak yolda içimden bir ses her zaman avlandığım levrek merasına bakmamı söyledi. Bu his o kadar güçlüydü ki, tam direksiyonu eve kıracakken vazgeçip sahile indim. Saat 10’a yaklaşıyordu. Sabah suyu çoktan bitmiş denebilirdi. Denize yaklaşırken gelen dalga seslerini duyunca irkildim. Bu hava keşişleme değildi, kesinlikle batılı havaydı, ve avlandığım liman içini kolay kolay rastlanmayacak derecede güzel karıştırmıştı. Balığın yapacağı tek günü saçmasapan bir merada oyalanarak harcamıştım. Moral bozukluğu yaşasam da içimde bir ümitle su üstü sahtemi suyla buluşturdum. Fırtına misinayı şişirerek sahteyi atmayı oldukça zor bir hale getiriyordu.Birkaç deneme sonunda sahteyi istediğim bölgeye düşürebilmeyi başardım. Sahte şişen misinanın etkisiyle denizin üstünde sörf yaparken ne zamandır hasret kaldığım o vuruş geldi. Sakindim, balığı kontrol altına aldım. Ama o gün beni oraya getiren ve ne hikmetse susmak bilmeyen iç sesim balığı kaçıracağımı söyledim. Birkaç saniye sonra balık oltadan kurtulmuştu. Sahteyi çektiğimde balığı üçlü iğnelerden birini kırdığını gördüm. Yine üşengeçliğimin cezasını çekmiştim. Yine de moralimi bozmadan atışlarıma devam ettim. Yine oltamı istediğim bölgeye düşürebildiğim anda aynı şekilde ikinci balık sahteye bindi, ancak iğneler ağzına geçmedi. Bundan on dakika sonra aldığım üçüncü vuruşun sonucu ise çok daha trajikti. Balık, yine misina boştayken vurdu. Ben misinanın boşluğunu alırken, balık da boşluktan faydalanıp iyice hızlanmış olsa gerek, misina gerildiği anda binen aşırı yükten olta örgü ile FC leader’ın birleştiği düğümden ayrıldı. Ayrıldı diyorum çünkü misina düğüm yerinden mi koptu, veya ip misina düğümden mi sıyrıldı emin değilim. Maalesef ip misinalarda düğümlere ilave özen göstermek gerekiyor. Siz düğüm attığınızı sanarken o düğüm biraz fazla kuvvette yerinden sıyrılabiliyor. Bu nedenle ip misinayı bağladıktan sonra elinizin biraz acıması pahasına fazlaca kuvvet uygulamanızı ve misinanın kayıp kaymadığını görmenizi tavsiye ederim. Diğer bir önlem de misinanın düğümden artık kalan çapak kısmını biraz uzunca bırakıp olası kaymalarda bir parça da olsa tolerans payı bırakabilirsiniz. Ama bunun da ip misinanızda sık sık dolaşmalara neden olabileceğini aklınızda bulundurun. Velhasıl, ben o gün levrekler karşısında ciddi bir hezimete uğrayarak 3-0 yenildim. Avlaktan ayrılırken denizdeki levreklerin oltamı elime verip, hadi bu işi öğren de gel dediklerini hissediyordum. Öğleden sonra moralimi toplamaya çalışarak yine aynı avlağa gittim. Gittiğimde rüzgar kuzeye dönmüş ve deniz sakinleşmişti. At-çek ile bir şey alamayacağımı biliyordum. Ben de bunun üzerine yemli oltamı attım, ve yukarıda bahsettiğim ispendeği aldım.

Tuttuğum ve kaçırdığım balıklar bir yana, belki de bu 9 günde deniz ve balıkçılık hayatımdaki en unutulmaz iki anı yaşadım. Bunlardan birisi, havanın tekneyle denize açılmama müsade ettiği iki günden ilkinde gerçekleşti. Sabah kıyıdan tuttuğum canlı zargana ile 2 mil açığımızdaki adanın Yunan tarafına bakan banko taşlarında uzun oltaya dolaşıyordum. Güneş ufuk çizgisine değdiğinde ben de artık dönüşe geçmiştim. Son defa 30 metrelerden 1 metreye çıkan bankonun önünden geçtim. Bu esnada oltam ağırlaştı ve boşaldı. Çok büyük ihtimalle taşa takılmış ve kurtulmuştu. Bunun üzerine ben de istem dışı bir şekilde arkama dönüp baktım. Yaklaşık 20 metre kadar gerimde suyun üzerinde bir kayanın olduğunu farkettim. Ama buradan daha öncede birkaç defa geçmiş, hiçbirinde suyun bu kadar üzerinde duran bir kaya görmemiştim. Derken kaya olduğunu sandığım nesne hareket etti. Evet evet, bu kaya değildi, bir zıpkıncı olsa gerekti. Ama etrafta bot veya tekne de yoktu. Kıyıdan 2 mil açıktaki adaya nereden gelmiş olabilirdi? Ben bunları düşünürken, suyun içinden kocaman bir kafa çıktı. O an istemsizce çığlık attığımı hatırlıyorum. Bu bir Akdeniz fokuydu. O güne kadar varlığını oradan buradan duyduğum, hayatımda karşılaşmayı en çok istediğim, dünyanın en nadir hayvanlarından biriydi. 2 metrenin üstündeki boyu, ve cüssesi bunun yetişkin bir erkek olduğunu gösteriyordu. Hemen çantamdaki fotograf makineme davrandım. Ancak hayvan benim kendimi tutamayıp bağırmamdan korkmuş olacak, denize dalmıştı. Uzunca bir süre elimde fotograf makinesiyle çıkmasını bekledim ancak çıkmadı. Bu anı her ne kadar fotograflayamamış olsam da, yaşamış olmak bile benim için müthiş bir deneyimdi.

İkinci unutulmayacak anım ise, turnayı aldığım andan yaklaşık bir saat sonra gerçekleşti. Av arkadaşımla birlikte, oltalarımızı sübyeyle yemlemiş bekliyorduk. Bahsettiğim gibi bulunduğumuz yer küçük bir mendirekti, ve biz bu mendireğin iç kısmındaki betondan oltalarımızı denizle buluşturmuştuk. Akşamdan bu yana oltalar ciddi bir vuruş olmamıştı. İşin kötü tarafı deniz çıyanları yemlerimize dadanıyordu. Bu canlı yeminize bir kez dadandığında yemin üzerinde yakıcı tüycüklerini bırakır. Ondan sonra yemin üzerinden düşse bile hiçbir balık gelip de o yemi kolay kolay yemez. Bunun için sürekli yeminizi yakından kontrol etmeniz, eğer üzerinde çiyanın tüycüklerini görüyorsanız, yemi değiştirmeniz gerekir. Biz de çıyanlarla uğraşıp yem değiştirmekten usanmıştık. Kendimize avı bitirmek için bir 5-10 dakika daha vakit veriyorduk. Tam bu esnada, benim oltam üzerine dayamış olduğum şezlongtan kayıp yürümeye başladı. Hemen durumu farkedip oltanın başına koştum. Oltayı zaptettim ancak oltanın ucu koyun iç tarafına doğru gidiyordu. Bir yandan misinanın doğrultusunda koşup, diğer yandan misinanın boşluğunu topluyordum. Aklımda bunun çok iri bir levrek veya çupra olacağı fikri vardı. Artık oltanın ucundaki balığın ne olduğunu görmeye çok yaklaşmıştım. Balık kıyıya tamamen paralel yüzmüştü. Bulunduğum yerden en fazla 2-3 metre açıkta olabilirdi. Deniz, koyun bitimindeki projektör sayesinde bir hayli aydınlıktı. Ve nihayet onu görmüştüm. İri bir balık bekliyordum, ama gördüğüm manzara kanımı dondurmuştu. Oltanın ucundaki bir balık değil, adeta bir uçan halıydı. Hayatımda daha öncesi hiç böyle büyük bir vatoz görmemiştim. Aslına bakarsak, bu kazık kuyruk dediğimiz, Savaş arkadaşımın birkaç sene evvel Antalya’da yakaladığı bir vatoz türüydü. Bulunduğum dehşet içinde arkadaşımın koşup gelmesi için seslendim. Aklımda balığı nasıl karaya çıkarabileceğim vardı, ama hiçbir yol mümkün görünmüyordu. 0,26’lık misina ile böyle iri bir hayvan karşısında direnmek bile soru işaretiydi. Ben bunları düşünürken, arkadaşım elinde kepçeyle yanıma geldi. Elinde kepçeyi görünce “Kafasına sapıyla vura vura mı kıyıya almayı düşünüyorsun” diye takıldım kendisine. O balığa karşı elindeki kepçe bir yandan oldukça gülünç duruyordu, bir yandan da çaresizliğimizi gösteriyordu. Aramızda ne yapalım, ne edelim derken balık bir yandan bizi de koyun içinde sahibini sürükleyen köpekler gibi gezdiriyordu. Bu durum çok uzun sürmedi. Kısa bir süre sonra, misina boşa çıktı. Balık bir şekilde iğneden kurtulmuştu. Belki de iğneye hiç yakalanmamış, kanat genişliğinden dolayı oltanın misinasına dolaşmıştı. Benim de kurtulduğuna pek üzüldüğüm söylenemezdi. Her ne kadar bu devasa balığı karaya çıkartıp bir hatıra fotografı çektirmeyi istesem de, avcılık değeri olmaması nedeniyle kendimi çok da bir şey kaçırmış hissetmiyordum. O anı yaşamak bana yeterdi. Dediğim gibi, keşke denizdeyken bile olsa bir fotografını çekebilseydim, ama kısmet değilmiş. Zaten onun yerine de temsili olarak kullanabileceğim Savaş dostumun 2010 yılında yakalamış olduğu hemen hemen aynı boydaki kazık kuyruğun resmini kullanabilirim.

Gymnura altavela (Savaş Dursun / Antalya 2010)

Balık olarak oldukça kesat, ancak anı olarak bende uzun yıllara unutamayacağım bir tatili geride bırakırken, hemen ertesi hafta başlayacak 4 günlük bir Bodrum serüveninin de planlarını kurmaya başlamıştım bile. Her ne kadar genel balık durumu iç açıcı olmasa da, içimdeki balık tutma hevesi her zaman aynıydı. Denizin en kısır dönemlerde bile insanı neler ile karşılaştırabileceğini tahmin etmek mümkün değildi. İçimdeki balık ve deniz sevdasının temeli de zaten buydu.

Bitirirken kısa not: Sanırım bu yazının kendisi, yazının başında özeleştiri yaptığım, başladığım işi bitirememe problemimin kaynağını gösteriyor. Yine bu sefer kısa olacak diye kendi kendime söz verdiğim bir yazıyı, romana dönüşmeden zor bitirdim. Kısa not dedim, bu bile kısa olmadı.

Açlık Oyunları – İkinci Perde

Bodrum’da avlanmaya başladığımdan bu yana ilk defa böylesine verimli bir av serüveni geçirmiştim. Daha iki hafta öncesine kadar tuttuğum levreklerin sayısı bir elin parmaklarını geçmezken, bu on günlük süre içinde bunun iki katından daha fazla sayıda balığı sudan çıkarma şansına erişmiştim. Bu benim için uyanmak istemediğim bir rüya gibiydi. Ama her rüyanın sonunda olduğu gibi uyanmak, gerçek hayata dönüp hayatın sevimsiz oyunlarıyla mücadele etmek gerekiyordu. Aynı şekilde, askerlik dönüşü benim de yapmam gereken işler vardı. Ev tutulacak, eşya alınacak, eve yerleşilecek, elektriği, doğalgazı, suyu bağlanacak ve daha bir sürü angaryayla mücadele edilecekti. Bu işlerin kaç günümü alacağı, işe geri dönmeden tekrar bir rüyaya yatıp yatamayacağım soru işaretiydi. Nitekim bazı işler yolunda gitti, bazıları gitmedi derken işin başlamasına son bir hafta “benden bu kadar” diyerek kendimi yeniden Bodrum’a attım.

(Blogu takip edenler, bu anlattıklarımı ve Bodrum’a gidişimi takip eden ilk günün av hikayesini biliyorlardır. Bu nedenle bu yazımda bunları tekrarlamayacağım. Eğer daha önce okumadıysanız veya zihninizi tazelemek istiyorsanız 22 Mart tarihinde kaleme aldığım Yeniden Başlayabilmek isimli yazımdan bu kısımları okuyabilirsiniz.)

İlk günün sabahını maceralı bir şekilde geride bıraktıktan sonra akşam tekrar sahile indim. Sabahki hareketlilikten elbette eser yoktu ama ben yine de tek balığı kandırarak eve dönmeyi başardım.

İkinci gün kuvvetli karayel yine iş başındaydı. Denizin kenarında güçlükle durarak ilk atışımı yaptım. Sahte suya değer değmez, ip misinanın uçurtma etkisi göstermesiyle suda sörf yapmaya başlamıştı. Misinanın boşluğunu aldığımda oltada balık olduğunu farkettim. Balık sahteye hiçbir aksiyon vermeme gerek kalmadan kendi kendine yakalanmıştı. Balığı karaya alıp, önceki günkü akıbete uğramaması için kedilerden korunaklı bir yere yerleştirdim.

Zaman kaybetmeden sahteyi tekrar denize yolladım. Sahte yine ben oltanın boşluğunu alana kadar suyun üstünde metrelerce sörf yaptı. Bingo… Oltanın boşluğunu almamla birlikte ardı ardına kafa darbeleri ile yüzleştim. Bu seferki biraz daha azılıya benziyordu. Hatta üç dört defa uzun süreli kalamalar alınca bunun önceki gün kaçırdığım balık ebatında olabileceği aklıma geldi. Balık kıyıya geldiğinde tahmin ettiğim kadar büyük olmadığını gördüm. Mücadelesinin kalıbında bir balık değildi ama bana yaşattığı adrenalin yeterdi.

Üçüncü atışımda da yine balığı benim yerime rüzgar yakalayınca gidişattan endişe etmeye başladım. Daha oltayı üç kez atmıştım ve üçünde de benim hiçbir şey yapmama gerek kalamadan balık kendiliğinden yakalanıyordu. Senelerdir peşinde koştuğum levreği yakalamak bu kadar kolay olmamalıydı. İçimden bir ses balığın kesmesini veya nazlanmasını istiyor, diğer ses ise bu keyfin gün boyu sürmesini istiyordu. Sonuç olarak ilk sesin temennisi gerçekleşti. Dördüncü atışımdan sonra oltaya bir daha balık binmedi. Muhtemelen beslenme çılgınlığındaki bir sürüye denk gelmiş ve nasibimi almıştım.

 dı

Ertesi sabah güneşli sakin bir hava eşliğinde bolca oksijenin yanında bir de ispendek aldım. Kuzeyli rüzgar sona ermişti. Yeni ve eskisinden daha güçlü bir fırtına yoldaydı ama güneyden ve dolayısıyla bulunduğum bölge itibariyle karadan eseceği için benim işime yaramayacaktı. Oltadan umudumu kesmem beni dalışa yönlendirdi. Sabah suyunda çok ısrarcı olmayıp doğrudan eve gittim, dalış malzemelerimi kuşanıp çıktım. Zıpkın avcılığı konusunda çok tecrübeli olmamanın yanında bir türlü kıramadığım bir şanssızlığım söz konusu. Ne zaman girsem deniz adeta kuruyor. Vurmayı geçtim, seyirlik balıklarla bile karşılaşamıyorum çoğu zaman. Bu sefer denize girerken de pek beklentim yoktu. Sportif olduğunu söyleyemeyeceğim ama tek beklentim akşam levreğin yanında güzel bir ahtapot ızgara yiyebilmekti. Maalesef ahtapot benim için çok kötü bir çelişki konusu. Bir yandan bu dünyada her gün yesem sıkılmayacağım bir lezzet, diğer yanda ise deniz altında en büyük hayranlıkla izlediğim canlı… Bu ikilemin sonucunda çoğu zaman ahtapot canlı çıkıyor. Ancak bazen mideme yenik düşüp avlandığım da oluyor. O gün de öyle oldu. Paletlerimi giymek için üzerinde oturduğum taştan ayağımı suya sokmuştum ki ayağıma birden bir şeylerin dolandığını hissettim. Kısmet “ayağıma” gelmişti. Sudan geri çıkıp ahtapotu emniyete aldıktan sonra dalışa devam ettim. Dolaştığım yer genel olarak sığ ve kayalık bir bölgeydi. En derin yeri 3-4 metreye uzanıyordu. Çoğu zaman karnım taşlara sürtecek kadar sığlıklara iniyordum. Tam böyle sığlık bir alandan geçtiğim esnada kafamı kaldırmamla çupra sürüsüyle karşılaşmam bir oldu. Balıkların her biri kilo ve üzeriydi. Sakin olmaya çalışarak, içlerinden birini kestirip atışımı yaptım. O andan sonrası sanki yavaş çekim gibiydi. Artık oksijen azlığından ben mi hayal gördüm, yoksa gerçekten olaylar bu şekilde mi gelişti emin değilim ama balığın yavaş çekimde üzerine gelen şişten kafasını eğercesine bir manevrayla kurtulduğunu ardından ise benimle adeta dalga geçercesine istifini bozmadan yüzmeye devam ettiğini hatırlıyorum. Ondan sonra ne kadar bölgeyi arayıp taradıysam da bir daha o sürüyle karşılaşmadım.

Ertesi gün de planım aynıydı. Sadece bu sefer rüzgar şiddetliydi ancak o da karadan estiği için sorun teşkil etmiyordu. Yine sabahlık tek balığımı alıp eve, dalış malzemelerimi kuşanmaya gittim. Dalışa başlayalı çok olmamıştı. Sığ taşların arasından ilerlerken 10 metre ötemde kayaların arasında iri bir balığın dolaştığını gördüm. İçimden levrek olmalı diye geçirdim. Balık beni görmeden hafifçe nefes verip kendimi dibe batırdım. Dipte sürüne sürüne balığı arkasında gördüğüm taşın önüne geldim. Balık ile burun buruna gelecektim. Acele etmeden, sakin davranmalıydım. Bir anda çok yakınından çıkacağım için balığı ürkütüp kaçırabilirdim. Zıpkını göz hizama paralel tutarak yavaşça kayanın arkasından yükseldim. Balığın arkası hafiften bana dönüktü ve tam olarak zıpkının ucundaydı. Ancak beklentimin aksine bu bir levrek değil, kendi türünün irisi bir kefaldi. Tetiği düşürdüğümde ilk kez bu denli iri bir balığı zıpkınımın ipinde görüyordum. Sualtında bu sefer şansım dönmüştü. Kefali vurduktan sonra bir süre daha etrafta gezdiysem de tetik düşürmeye değecek bir canlı göremedim. Sudan çıkmaya yakın menzilime giren karagöz günün son kurbanı oldu.

Keşişlemeden esen rüzgar öğleden sonra hızını iyiden iyiye artırarak, akşam üstü fırtınaya dönüştü. Fırtına öylesine güçlüydü ki, kırılan koca ağaç dallarını yolda arabanın üzerine sürükleyerek birkaç defa küçük çaplı kaza atlamama sebep oldu. Buna rağmen, rüzgarın karadan esmesine güvenerek akşam suyunda sahile indim. Sahile vardığımda yerden kalkan kum tanecikleri fırtınanın gücüyle vücudumun açıkta kalan bölgelerine iğne gibi batıyordu.  İlk etapta amacım sığlık bölgede levrek kovalamaktı, ama her zaman atış yaptığım bölge rüzgarı karşıdan alıyordu. Bunun üzerine daha önce hiç avlanmadığım bir noktadan atışlarımı yapmaya başladım. Akşama kadar burada birkaç takip ve oltamı ziyaret eden minik bir ispendek ile oyalandım.

Hava kararırken tekrar yerimi değiştirip bu sefer daha derin suya bakan tarafta, açık denizden avlanmaya gelen canavarları yoklamaya karar verdim. Rüzgarın etkisiyle atış mesafem 70-80 metreleri buluyordu. Mesafe o kadar fazlaydı ki, neredeyse kıyıdan sırtı çekiyormuş hissi veriyordu. Havanın tamamen kararmasına yakın, kıyıdan 40-50 metre açıkta sahtem saldırıya uğradı. Kafa atışlarının şekli ve saldırının mesafesi bunun turna olduğunu işaret ediyordu. Levreğin kafa atışları daha seri iken, turna daha aralıklı biçimde kafa atar. Yine çoğu turnada görülen en belirgin özellik, kafa atışlarının ardından belli bir süre mücadeleyi bırakması, dinlendikten sonra yine kafa atışlarına başlamasıdır. Levrek ise yorulana kadar mücadeleyi bırakmaz, ama yorulduktan sonra bir daha mücadele edecek gücü de kendinde bulamaz. Buna karşın hangisinin daha mücadeleci olduğunu söylemek çok zordur. İki türün de ortam koşullarına ve balığın kendi karakterine göre kendinden beklenenden çok daha az veya çok daha fazla mücadele ettiği durumlarla karşılaşmak mümkündür.

Turnalar sürü halinde gezip avlanan balıklardır. Eğer bir tane aldıysanız, zaman kaybetmeden oltanızı tekrar suyla buluşturmaya bakın. Diğerleri de mutlaka orada, saldırmaya hazır durumdadır. Balığı karaya aldıktan sonra benim de hedefim zaman kaybetmeden tekrar oltamı atmaktı. Ama sahteyi balığın ağzından çıkarmaya çalışırken balığın her yerinin ip misinaya dolaştığını fark ettim. Kafam karışmıştı, oltam en baştan beri gerginken nasıl böyle bir şey olabilirdi? Bir yandan fırtınanın savurduğu kumlardan kendimi korumaya çalışırken, diğer yandan balığın üzerine dolaşmış ipi çözmeye çalışıyordum. Uzun müddet çabaladıktan sonra, balığın üzerindeki misinanın benim oltamdan gelmediğini farkettim. Ama kendi ip misinamı da yapısından, inceliğinden, renginden tanıyordum, bu benim misinamdı. İşin aslını çok geçmeden anladım. Önceki gün yıprandığı için oltanın bedeninden kestiğim 2 metrelik misina parçası, balığı kıyıya alırken bir şekilde vücuduna dolaşmıştı. Normalde avlandığım bölgede asla çöp, misina artığı bırakmamaya özen göstermeme rağmen, bir seferlik ihmalimin cezasını çekmiştim. Yaklaşık 15 dakika sonra oltamı tekrar attığımda sürü bölgeyi çoktan terk etmişti.

Ertesi sabah fırtına bir parça dinmiş, ancak balık namına da denizde bir şey kalmamıştı. Ne olta, ne de zıpkın denemelerimden bir sonuç elde edebildim. Ancak akşam suyunda güzel bir levreği kandırarak günü kurtarabildim. Kambur görüntüsü itibariyle tatlı su levreklerini anımsatan bu balık, benim bugüne kadar tuttuğum en yakışıklı levrekti.

Ve son gün… Neredeyse 20 günlük bir serüvenin sonuna ulaşmıştım. Son gün için dere ağzındaki meramı seçtim. Hem olta, hem zıpkın denememi burada yapacaktım. Açılışı oltada ufak sayılabilecek bir ispendekle yaptım. Balığı nedense o an salmadım, etraftan bulduğum bir leğenin içinde bir süre muhafaza ettim. Sonrasında saldığım ise balık canlı olmasına rağmen bir türlü kendine gelemedi ve alıkoymak zorunda kaldım. Anladım ki, balığı salma kararını en baştan vermek gerekiyor. Sonraya bırakılan geri iade işlemi, zaman zaman avın da heyecanıyla geç kalmış oluyor.

Oltada başka balık çıkmaması üzerine dalış elbiselerimi kuşanıp suya girdim. Çok geçmeden sığ suda taşın altında uzanan vantuzları gördüm. Hedefimde ahtapot yoktu ama vantuzların büyüklüğüne bakılırsa fena sayılmayacak bir ahtapottu. Yine midemin sesine dayanamayıp ahtapotu vicdan azabı çeke çeke avladım. Artık gözüm iyice doymuştu. Zıpkına konsantre olmaktan çok dibe yatıp etrafımda gezinen ufak balıkları izliyordum. Yine denizin renklerine daldığım bir anda, başımın üstünden geçen gölgeyi son anda fark ederek, biraz da aceleyle bir atış yaptım. Ters açıya rağmen balığı vurmuştum. Çok büyük olmasa da bu balık da vurduğum ilk levrek olarak kayıtlara geçmişti. Biraz üşümenin, biraz da amacıma ulaşmış olmanın verdiği doygunluk ile, bu kadar yeter diyerek sudan çıktım. İlklerime levrek vurarak son gün yeni bir tane daha eklemiştim.

Daha güzel bir kapanış olamaz derken akşam suyunda gelen turna da tatlının kaymağı oldu. Levreğin bol çıktığında turnanın mücadelesi, turnanın bol çıktığı zamanda ise levreğin mücadelesi nedense pek keyifli oluyor. 1 kilonun biraz üzerindeki bu balığı da heyecanlı bir mücadelenin sonunda kıyıya getirdim.

Belki hayatımda bir daha uzun seneler boyunca böylesine uzun ve verimli bir av serüveni yaşamayacak olmanın buruk mutluluğuyla İstanbul’a geri dönüyordum. Sıkıcı ve uzun bir askerlik macerası sonrasında herkesten uzakta kendi başıma geçirdiğim bu 20 gün ilaç gibi gelmişti. Artık tekrar hayatın zorluklarıyla boğuşmaya hazırdım.

Kıyıdan Jigging Yöntemiyle Bereketli Bir Av – 24.12.2012

2010 Kasım ayından 2011 Haziran ayına kadar yaşadığım Antalya’nın benim üzerimdeki etkisi büyük olmuştur. Bu yedi aylık zaman dilimi içinde Antalya’nın eşsiz güzellikteki doğasıyla, çok çeşitli spor ve eğlence imkanlarıyla ve tabi ki daha önce hiç görmediğim Akdeniz balıklarıyla tanışma fırsatı buldum. O gün bugündür tekrar Antalya’da yaşayacağım günlerin hayalini kuruyorum. Antalya’da yaşadığım zamanlarda yakaladığım balıklar arasında avcılığından en çok keyif aldığım balık tral ( Caranx crysos ) olmuştu. Mükemmel süratleri ve son ana kadar sürdürdükleri mücadeleleriyle bana hayatımın en keyifli at-çek avlarını yaşatmışlardı. İşte bu yüzden bu seneki izinlerimden bir kısmını tralin en bereketli olduğu Aralık-Ocak dönemine planlayarak, Antalya’da tral peşinde koşarak geçirme kararı aldım.

Önceden edindiğim tecrübelere göre trali çeşitli maket balıklar ve kaşıklarla yakalamak mümkün olsa da hafif jiglere doğru aksiyon verildiğinde bu balıkları yakalamak çok daha kolay ve keyifli oluyor. Kıyıdan jigging yöntemini uzun süredir çeşitli balıkların avında etkili şekilde kullanan biri olarak çok çeşitli jigler ve aksiyonlar deneme fırsatım oldu. Piyasadaki hafif jiglerin büyük çoğunluğunu fiyat-performans açısından inceledikten sonra Antalya avlarımda kullanmak üzere Savagear Psycho Sprat jiglerde karar kıldım. 68 mm ve 28 g ağırlığındaki bu jigler bir çok avcı balığın mönüsünün başında gelen yemlik balıkların çok gerçekçi bir kopyası. Bu jiglere doğru aksiyon verildiğinde tıpkı yaralı bir balık gibi avcı balıkların iştahını kabartıyor.

Antalya’ya vardığım 22 Aralık gece yarısı 3 saatlik bir uykudan sonra soluğu deniz kenarında aldım. Henüz hava aydınlanmadan vardığım meramda hava serin, deniz sakindi. İlk at-çek avımda hava karanlıkken oltama yapışıp son anda kurtulan yarım kg civarı bir baraküda dışında balık vurmayınca biraz hayal kırıklığı yaşayarak avı sonlandırdım. At-çek avının sabır ve şans gerektiren bir iş olduğunu bildiğim için önümdeki avlar için umudum ve heyecanım sürüyordu. Aynı gün akşam, ertesi gün sabah ve akşam avında da arkadaşımın yakaladığı bir karışlık lahoz ve yarım kg’lik baraküda dışında balık alamadık.

Üçüncü gün sabahı hava aydınlanmadan yalnız başıma geldiğim meramda deniz beni üç metrelik dalgalarla karşıladı. Önceki günlerde üzerinden olta attığım kaya sular altındaydı. Olta atabileceğim yüksekçe bir kaya aramaya başladım. Bulduğum en uygun kaya da yüksek dalgalardan nasibini alıyordu. Başka şansım olmadığı için biraz ıslanmayı göze alarak kayanın üzerine çıktım. İlk olarak gece avlarında kullandığım sarı renkli kaliteli bir sahte balıkla denemeye karar verdim. At-çeke başlayalı 10 dk olmuştu ki çok kuvvetli bir balık yapıştı. Kısa bir mücadeleden sonra kıyıya getirdiğim balığı karanlıkta zor bela seçebiliyordum. Yaklaşık 2.5 kg’lik dev bir baraküdaydı oltanın ucundaki. Bu havada, bu yükseklikten bu balığı nasıl dışarı alacağımı düşünmeye başladım. Tamamen ıslanmayı göze alsam bile kayaların aşağısına inmek çok tehlikeliydi. Ben bu düşüncelerle boğuşurken dev bir dalga suyun üstünde yatan balığı kayaların arasına attığı sırada 0.28 mm’lik  misinam keskin bir kayaya sürtünerek koptu.

Kaçan balığa da, kopan sahteme de üzülmek fayda etmeyeceği için soğuk kanlı bir şekilde misinamın ucuna yeni bir klips ve jig bağladım. Hava yavaş yavaş aydınlanmaya başladığı için jigging yapma zamanı gelmişti. En azından bir tral yakalamanın hayaliyle ava devam ettim. Çok geçmeden sağlam bir balık yapıştı. Durmadan aşağı basan bu çılgın balığın tral olduğunu hemen anladım. Misinanın suyun içindeki yüksek kayalara takılmaması için kamışı havaya kaldırarak boşluk vermeden sarıyordum. Nihayet 1 kg civarı yakışıklı bir tral suyun üstünde göründü. Tral balığının huyunu biliyordum. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım yorulmadan mücadeleye devam edecekti. İlk kaçırdığım balıktaki senaryonun tekrarlanmasından korktuğum için balığı direk havaya kaldırdım. Balık havada kancadan kurtulup kayaların arasına, dalgaların sürekli döndüğü boşluğa düştü. Büyük bir üzüntü içinde balığın düştüğü boşluğa baktığımda kayaların arasına sıkışmış balığı gördüm. Ya bismillah diyip dalgaların geri çekildiği esnada boşluğa atlayıp balığı aldım. Zor elde edilen her şey gibi bu balık da benim için çok değerliydi. Bu balık için Samsun’dan Antalya’ya 980 km direksiyon sallamıştım.

Sonunda mükafatımı almamın rahatlığıyla ava devam ettim. Çok geçmeden bir balık daha yapıştı. İkinci tralimi aldığım düşüncesiyle balığı kıyıya getirdiğimde gelenin yakışıklı bir baraküda olduğunu fark ettim. Yine kıyıyı döven dalgalar arasında balığı çok fazla bekletmemek için çabucak kaldırıp üzerinde durduğum kayanın üstüne almayı başardım. Bu da 1 kg civarı çok yakışıklı bir balıktı. Yanımda fotoğrafımı çekecek kimse olmadığı için daha kancayı balığın ağzından çıkarmadan elimde ve kayanın üzerinde birkaç fotoğrafını çektikten sonra iyice rahatlamış olarak ava geri döndüm.

İkinci balığı yakalamamın üzerinden henüz 10 dk geçmişti ki kuvvetli bir balık daha yapıştı. Bu defaki balık diğerlerinden daha kuvvetli basıyordu. İri bir tral olmalıydı. Kıyıyı döven dev dalgalar, suyun içindeki yüksek kayalar ve üzerinde bulunduğum kayanın geride olması işimi zorlaştırdığı için av daha da heyecanlı bir hal almıştı. Adrenalin dolu birkaç dakikanın sonunda üçüncü balığı da dışarı almayı başardım. Bu seferki gerçekten iri bir traldi. Balıkla mücadeleme şahit olan genç bir arkadaşa rica edip birkaç poz fotoğraf çektirdim.

Üçüncü balıktan sonra keyfim iyice yerine geldi. Başka balık yakalayamasam da bunlar bana yeterdi. Bu avın hikayesini mutlaka yazmalıydım. Bu düşüncelerle ava devam ederken bir balık daha yapıştı. Yaklaşık 600 g’lık bu trali de rahatlıkla dışarı almayı başardım. Peşinden aynı boyda bir tral daha aldım. Önümde çok büyük bir sürü olmalıydı. Çünkü balık yapıştıktan sonra kurtulsa bile bir başkası tekrar yapışıyordu. 1 saat boyunca peş peşe tral çektim. Her balıktan sonra balığı ağzındaki jigle birlikte uzun bir fotoğraflama işine girişiyordum. Her 10-15 dk’da bir balık yapışsa da yeterince balık yakaladığıma kanaat getirip avı sonlandırdım. Fotoğraf işiyle uğraşmadan öğlene kadar at-çek yapsam çok daha fazla balık yakalayabilirdim belki ama benim için yakaladığım balığın sayısı değil avın kalitesi önemli olmuştur her zaman. Bu avda çektiğim fotoğraflar da albümümdeki en güzel tral ve baraküda fotoğrafları olacaktı.

Bereketli geçen her avın sonunda olduğu gibi balıkların toplu fotoğrafını çekmek için uygun bir kaya bulup balıkları dizdikten sonra ben de arkalarına geçip birkaç poz fotoğraf çektirdim. Üzerimde çok tatlı bir yorgunluk vardı. Eve gider gitmez sevdiğim dostlarımı telefonla arayıp mutluluğumu paylaşacak, bilgisayara attığım fotoğrafların kadrajlarıyla oynayacaktım. Sevdalısı olduğum Antalya yine bana tarif edilmez bir mutluluk yaşattı. Bu av da hayatım boyunca yaşadığım en keyifli avlardan biri olarak hafızalarımdan hiç silinmeyecek. Deniz aşığı tüm balık sevdalılarına daha iyilerinin nasip olması dileğiyle, rast gele…

Dağdan İndim Denize – 4

27 Ekim 2012

İlk günkü verimli avımın ardından tam iki gün geçmiş, bu iki günde kaydadeğer hiçbir av yapamamıştım. At-çek avlarında oltaya dadanan yazılı haniler, yemli avlarında ise sarpa, sokar, küçük sargoz ve melanurlar dışında bir şey yoktu. Korktuğum başıma geliyordu, yine ilk gün laneti peşimdeydi. Ama kararlıydım, önümde 10 gün vardı, ne yapıp edip şeytanın bacağını kıracaktım. 
Ay dolunaya yaklaştıkça, sabah oynakları giderek cansızlaşıyor,  ve süresi kısalıyordu. Belli ki, balık ay ışığından yararlanarak gece de yemlenebiliyor, bu yüzden hava ağarırkenki beslenme furyasına pek girmiyordu. Bu nedenle at-çek denemelerini geceye kaydırmak anlamlı olacaktı, ama bu sefer de ben av arkadaşım olmadığı için geceleri çabuk sıkılıyor, ve avı bırakıyordum. Halbuki yanımda ara ara laflayabileceğim, ilgimi canlı tutacak biri olsa sabaha kadar at-çek yapmaktan da sıkılmazdım. Ben de akşam güneş batarken sahile iniyor, hava karardıktan 1-1,5 saat sonrasına kadar bazen at-çek yapıyor, bazen de kalamarı yokluyordum.
Geldiğim günden beri hava yatıktı, ancak tüm meteoroloji siteleri ertesi günden itibaren keşişleme yönlü kuvvetli hava veriyordu. Keşişleme bulunduğum yerde kıyıdan eseceği için fırtına seviyesinde dahi olsa avlanmama engel olmazdı. Ama balığı olumlu yönde etkileyeceğinden de şüpheliydim. Havanın ardı arkası görünmüyordu. Sonraki günler balık açısından soru işaretiydi. Kafamda bu soru işaretiyle çıktım o sabahki ava.
Avlağa biraz erken vardım. Amacım gezer kurşunlu takımı ufak bütün sübyeyle yemleyip yatırmaktı. Geçen sene bu yöntemle ne olduğunu göremediğim çok iri bir balığı kıyıya almak üzereyken kaçırmıştım. Bu sene de o balığın, o olmadı arkadaşlarının peşindeydim. Oltayı atıp kamışa zili taktıktan sonra ben de at-çek’e başladım. Uzun bir süre kamıştan herhangi bir ses gelmedi. At-çek’te de hareket yoktu. Sabah ezanının okunmasına yakın zilde ufak kıpırtılar başladı. Oltanın başına geçip “o” vuruşu bekledim. Olta bir iki titredikten sonra aniden yerinden fırlarcasına sarsıldı. Tasmayı koyup balığın gücünü hissettiğim anda kafamda “Ben bunu nasıl çekeceğim?” sorusu belirdi. Sorunun cevabını düşünmeye kalmadan olta, olta ile de birlikte benim elim ayağım boşaldı. Yine olmamıştı. Belki damağına geçmemişti, belki yemi kusmuştu, belki narin yerinden takılmıştı ama sonuç hepsinde birdi: “Gitmişti.”
Şoku üzerimden atmalıydım. Moralimi bozarsam geleceği olan balığın da gelmeyeceğini biliyordum. O yüzden yemli oltayı toplayıp, tüm konsantrasyonumu at-çek avına kaydırdım. Birkaç atıştan sonra sahte ağırlaştı ve kafa atışları başladı. Mücadelesinin çok kuvvetli olduğu söylenemezdi belki ama suyun üzerinde kopardığı yaygara kalbimin atışlarını hızlandırmaya fazlaydı bile. Balık kıyıya geldiğinde kafa fenerimi açtım. Orta boy sayılacak bu turnayı önümdeki taşlardan destek alarak kıyıya rahatlıkla çıkardım. 
Sürüden faydalanmak için balığı fotograflamayı kısa kestim ve sahteyi tekrar aynı yere gönderdim. Hemen hemen aynı boydaki ikinci balık da bekletmeden oltaya bindi. Ne geleceğini bildiğimden daha az bir heyecanla çektim oltayı bu sefer. Balığı sahtenin iğnelerinden ayıklarken arkamda, yani burnun diğer tarafında sanki koca bir dalga patladı. Arkamı dönüp baktığımda kıyılar durgundu. Oltanın tam erim mesafesinde müthiş bir balık sürüsü kabarmıştı. Ancak burnun bu tarafının kıyı kesmi otluk ve yer yer kayalıktı. Elimdeki 40-50 cm dalarlı sahteyi buraya atarsam takacağım kesin gibiydi. Ben bunları düşünürken balık aynı yerde tekrar kabardı. Bu sürüye olta atmazsam da rahat edemeyeceğim kesindi. Bunıun üzerine oltadaki dalarlı sahteyi, su üstü sahtesiyle değiştirdim. Sahteyi hemen hemen oynağın olduğu yere düşürebiliyordum ama kimse oralı olmuyordu. Bu esnada diğer tarafta levreklerin şovu başladı. Hangisine baksam, nereye atsam, hangi sahteyi kullansam tamamen şaşırmıştım. Tek sahtede ısrarlı mı olmalıydım, yoksa hepsini denemeliydim? Uzaktaki ne olduğunu bilmediğim balık sürüsünü mü hedeflemeliydim, yoksa yakındaki levrekleri mi? Maalesef tüm şölen hepi topu 15 dakika sürdü. Ve ben bu 15 dakikada başı kesilmiş tavuk gibi bir ona, bir buna saldırırken hiçbir şey alamadım. Yine de kepçemde 2 adet fena sayılmayacak boyda turna vardı. Bu şeytanın bacağını kırdığım anlamına geliyordu. Bodrum’daki üçüncü günümde de kaydadeğer bir av gerçekleştirmiştim. Benim için önemli olan da buydu. Yemli takımda kaçırdığım balık ve sabahki avlanma çılgınlığı ise hafızamda uzun süre silinmeyecek bir anı olarak yer edecekti.

2011’i Geride Bırakırken

Adettendir, her senenin sonuna yaklaşırken gazeteler, televizyonlar geride bırakılmak üzere olan yılın önemli olaylarını derleyip, yılın özetini çıkarırlar. Ben de bilgisayarımda bulunan av arşivinin 2011 dosyasını kapatırken geride kalan senenin bir değerlendirmesini yapmak istedim.

Senelerin tecrübe ve bilgi dışında getirdiği bir şey varsa kuşkusuz o da zorlaşan hayat koşulları… İş seyahatleri, ilave mesailer, artan sorumluluklar tarafından kuşatılan insanın kendine ayırmış olduğu zaman sürekli daralıyor. 2011 benim açımdan önceki yıllara göre daha az balığa çıkma fırsatı bulduğum bir sene olarak geçmişteki yerini alacak. Yine de bugünün kıymetini bilmek gerek… Av arşivime baktığımda 2011 yılında 58 defa ava çıkmış olduğumu görüyorum. Fotograflayacak hiçbir şeyin olmadığı, kısaca eli boş döndüğüm avları da dahil edersem bu sayı sanıyorum 70’e çıkacaktır. Bu da, ortalamaya vurulduğunda yaklaşık 5 günde bir balığa çıkmış olduğum anlamına geliyor.

Detaya girdiğimde anavaşya ve katavaşyanın hız kazandığı Mayıs ve Ekim (Ekim sonu-Kasım başı) ayları en verimli aylar olarak öne çıkıyor. Buna karşın önceki yıllar en iyi avlarıma ev sahipliği yapan Kasım ve Aralık ayları bu sene şaşırtıcı bir biçimde sönük geçti. Bu durum balığın (lüfer ailesi) bu sene Boğaz’da oyalanmadan hızla aktığını gösteriyor. Son 2-3 senedir ılıman geçen sonbahar ayları lüfer ailesinin Boğaziçi’nde oyalanması için uygun şartlar oluşturmaktaydı. Sanıyorum bu sene bu ayların daha soğuk geçmesi göçü hızlandırdı.

Av lokasyonlarım geçen sene olduğu gibi bu sene de İstanbul ve Bodrum şeklinde iki ayrı bölgede yoğunlaştı. İstanbul’daki avlarımda Ekim ayında denk gelmiş olduğum lüfer furyası, Bodrum’da ise almış olduğum levrekler ve turna bu senenin en iyi avlarıydı . 2011 aynı zamanda levrek ile tanışma fırsatını edindiğim yıl olarak da zihnimde yer edecek. Geçen sene sezon başında karaya çıkarmak üzereyken kaçırdığım balığı saymazsak 2008 sezonundan bu yana hasret kaldığım palamutlar nihayet bu sene misafirim oldu. Misafirim diyorum, zira sezonda yakaladığım beş palamutun sadece ikisini alıkoydum. Ancak onun da sezonu oldukça kısa sürdü. Ağustos’tan Eylül sonuna kadar çok yoğun ve hızlı akan balık Eylül’ün sona ermesiyle akışını tamamladı, geriye sadece artçı küçük sürüler kaldı.

Avlanma şekli açısından hem İstanbul, hem Bodrum’daki avlarda geçen senenin aksine ağırlığımı büyük oranda sahte yem ile avcılığa verdim. Bu değişiklik avlanma stratejimi de büyük ölçüde değiştirdi. Önceki yıllar güneş doğmak üzereyken deniz kıyısında yerimi alıp, günümün büyük bölümünü balıkta geçirirken, bu sene olabildiğince erken, çoğu zaman sabah ezanı dahi okunmadan ava başlayıp, güneş ortalığı aydınlattığında avı bıraktım. Hem İstanbul’daki lüfer avlarında, hem de Bodrum’daki spin avcılığında bu yöntem randıman sağladı.

Tüm bu istatistikleri bir kenara bırakmak gerekirse, 2011 yılı denizlerimiz açısından çok önemli bir kampanyaya sahne oldu. Temelinde yavru balık avcılığını durdurmak amacıyla yola çıkılan, ve özellikle lüfer üzerinden yürütülen “Yavru Balığa Hayır” kampanyası sayesinde Türkiye’de ilk defa balıkların boy limitleri kamuoyunda geniş bir şekilde tartışıldı. Tezgahlarda limit altı balıkların satışı devam ederken somut sonuçlardan bahsetmek henüz zor olsa da, proje kamuoyunda kısmi de olsa bir bilinç oluşturmayı başardı. Sonucunda ne kadar yaptırım uygulandığı şüpheli olmakla birlikte limit altı balık satılan yerler hakkında yapılan ihbarların sayısı patlama yaptı. Kıyıda balık tutanlar arasında ilk kez limit altı çinekopları suya iade edenleri gördüm. Bu sene sanki beni de sınamak için her sene olduğundan daha fazla küçük balık geldi oltama. Hemen hepsini geldikleri yere iade ettim, baktım sonu gelecek gibi değil, olta atmayı bıraktım.

Ve bugün, senenin son gününde yine balığa çıktım. Bu yazının sonuna yılın son günü tuttuğum balıkların fotograflarını eklemeyi  çok isterdim ancak 7’den 9’a dek yaptığım denemelerde tek bir balık dahi alamayınca pes etmek durumunda kaldım. Umuyorum ki, 2011 yılı bilinçsiz avlanmaya devam edilmesi durumunda neler ile karşılaşabileceğimizin sadece bir uyarısı olarak kalır.

Herkese mutlu, sağlıklı ve bol balıklı yıllar…

28.05.2011 – Eşkina

06.08.2011 – Levrek

28.08.2011 – Turna

22.10.2011 – Palamut

23.10.2011 – Palamut

29.10.2011 – Lüfer

30.10.2011 – Lüfer

04.11.2011 – Lüfer (38 cm)
08.11.2011 – Levrek