Aylık arşivler: Ekim 2013

Uzun Olta Lüferleri

2002 yılında Tuzla’da ilk lüferimi yakaladığım günden bugüne kadar imkanlarım ve tecrübem dahilinde her sezon lüfer yakalama şansı buldum. Bazı seneler lüfer bol, bazı seneler seyrekti. Bazı seneler imkanlarım kısıtlı olduğundan çok fazla balığa gidemedim, bazı senelerse sezon boyu lüfer peşinde koşturdum. Şimdiye kadar lüfer avında ağırlıklı olarak kıyıdan at-çek yöntemini uyguladım. At-çek yönteminin yanında bazı dönemler canlı yem ile hırsızlı takım, yaprak yem ile zoka ve çok nadiren mantarlı dip takımı kullandığım da oldu. Ama bu seneye kadar lüfer deyince belki de ilk akla gelen takım olan uzun oltayı tecrübe etme fırsatım olmamıştı.

Son yıllarda cinsel olgunluğa ulaşıp üreme şansı bulamadan özellikle boğazlar çevresinde aşırı miktarda avlanan lüfer neslinin hızla azalması sonucunda lüferin hala kısmen av verdiği yerler dışında geleneksel uzun olta avcılığı da unutulmaya yüz tutmuştur. Yıllar önce uzun olta ile avcılık yapan yaşlı balıkçılar artık bu yöntemi uygulamaz olmuş, benim de içine dahil olduğum yeni nesil balıkçıların büyük bir kısmı ise uzun olta yöntemini tecrübe etme şansı bile bulamamıştır. Şükürler olsun ki son birkaç yıl içinde denizlerimizdeki lüfer nesli açısından sevindirici gelişmeler yaşandı. Eskiden sadece boğazdan geçişi esnasında ve ticari balıkçılığın yasak olduğu korunaklı sahalarda av veren lüferi artık Marmara ve Karadeniz kıyı şeridi boyunca bir çok yerde yakalamak mümkün. Son 3 senedir yaşadığım Samsun’da her sezon bir önceki sezondan daha fazla sayıda lüfer yakalama şansı buldum. Denizlerimizdeki lüfer artışıyla birlikte, lüfer peşinde koşan amatör balıkçıların sayısı da arttı. Bir kaç yıl öncesine kadar lüfer yakalayabilmek çok büyük bir olayken, artık bu hobiye yeni başlayan amatör balıkçılar bile biraz emek harcayıp sabırlı olduğu taktirde lüfer yakalar hale geldi.

Kıyıdan lüfer avında kullanılan yöntemlerin başında, çeşitli kaşıklar ve sahte yemlerle yapılan at-çek yöntemi gelir. Özellikle lüfer sürülerinin avlamak için toplu olarak kıyıya indiği saatlerde at-çek yöntemi ile bereketli avlar yapılabilir. Tekneden lüfer avı denilince ise akla ilk olarak uzun olta gelir. Lüferin yoğun olduğu bir merada uzun olta ile dolaşıldığı taktirde gün boyu güzel balıklar alınabilir. Hele de yem olarak canlı zargana kullanılırsa avın verimi katlanmış olur. Samsun’un eski üstadlarından olan Özkan Gadiş abim de son 2 senedir uzun oltayla çok bereketli avlar yapıyor. Sağ olsun sezon başında beni de teknesiyle balığa çıkmaya davet etti. Eylül başında Özkan abiyle birlikte hayatımda ilk defa uzun olta yöntemini tecrübe etme fırsatı buldum. Zaman sıkıntısından dolayı kısa kesmek zorunda kaldığımız avda yakaladığım 1.4 kg’lik bir levrek ve orta boy bir lüfer ile uzun oltadaki ilk siftahlarımı da yapmış oldum.

İlk uzun olta tecrübemden sonra yoğun iş temposu, hava muhalefeti derken uzun bir süre tekneyle balığa çıkma şansı bulamadım. Ekim başından itibaren kıyı avlarımda yakaladığım lüferler de kaybolunca lüfer sezonun kapanmak üzere olduğunu düşündüğüm için uzun oltadan ümidimi kesmiştim. Ta ki 11 Ekim akşamı Özkan abi arayıp heyecanlı bir şekilde anlatmaya başlayana kadar: “Savaş, bugün denizde bir kofana sürüsü gördüm aklın hayalin durur. Balıklar teknenin altından bulut gibi akıyordu. Senin verdiğin jig ile deneyecektim ama uzun oltayla aldığım kofanalardan biri kamışın ucundan denize sarkan jigin bağlı olduğu misinayı ısırıp kopardı. Güzelim jig denize gitti. Uzun oltanın kurşununu suya salmama bile fırsat kalmadan yapıştı balıklar. Yakaladığım balığın arkasından adeta ordu geliyordu. Akşam üzeri çıktığım halde 13 tane kofana aldım. Yemim olsa daha çok alırdım.” Özkan abi o kadar hızlı ve heyecanlı bir şekilde anlattı ki kafam yine allak bullak oldu. Teknenin altında dolaşan, misinaları ısırıp jigleri denize düşüren kofana orduları… Böyle ilginçlikler hep Özkan abiyi buluyor. Söyleyecek pek bir söz bulamadım. Ertesi sabah 07:00’da kahvaltıyı birlikte yaptıktan sonra denize açılmak üzere sözleştik.

Balıkla alakalı konuşulacak o kadar çok şey vardı ki sabahı bekleyemedik. O akşam Özkan abinin daveti üzerine takım hazırlamak ve muhabbet etmek üzere eşimle birlikte Özkan abinin evine konuk olduk. Bu vesileyle eşlerimiz de yüz yüze tanışmış oldu. Hoş bir muhabbet eşliğinde ertesi gün kullanacağımız takımları hazırlamaya koyulduk. Sanat eseriyle uğraşır gibi en küçük ayrıntısına kadar özenerek uzun olta takımlarını hazırlayan Özkan abiyi seyrettim. İki kancayı palalarından sımsıkı sararak birleştirdi. Kancaların birbirinden ayrılmaması için üst üste iki piyan attıktan sonra üzerine parlatıcı sürerek yapıştırdı. Çift uçlu bu kanca ile takımın ilk kancasını oluşturdu. “Bu kancayı ısıran balığın kurtulma ihtimali çok düşük. Alt ve üst çeneden girdiği zaman balık ağzını bile açamıyor.” diyordu. Çelik telin üzerine çift uçlu kancanın peşi sıra sabit iki kanca daha yerleştirdikten sonra en üste de hareketli gaga kancasını bağladı. Gaga kancasının hareketli olması için piyan bağını çok sıkı yapmamak ve parlatıcı sürmemek gerektiğini öğrendim. Özkan abiyi dikkatle izledikten sonra birkaç takım da ben hazırladım. Özkan abinin hazırladıkları kadar güzel olmasa da ilk sefer için fena sayılmazdım.

12 Ekim sabahı alelacele kahvaltımızı edip denize açıldık. Uzun olta çekeceğimiz meraya geçmeden önce en önemli görevimiz zargana yakalamaktı. Liman mendireği boyunca kıyı yollu ipek çektik. Yüzeyden çektiğimiz ipekli takımla takip aldığımız halde balık yakalayamayınca motoru stop edip zargana topu ve yem ile denemeye karar verdik. Bu şekilde 1 saat içinde 5 adet zargana yakaladıktan sonra benim ısrarlarım üzerine zargana yakalamayı bırakıp uzun olta çekeceğimiz meraya geçtik. Meraya vardığımızda ikimizde heyecanlı bir şekilde takımlarımızı canlı zargana ile yemleyip suya saldık. Ortasında fırdöndü bulunan 8 kulaç boyundaki 0.28 mm’lik köstek denize aktıktan sonra üçlü fırdöndüye bağlı olan 150 g’lık kurşunumu dibe indirip 1 kulaç geri topladım. Oltalarımızın ucundaki zarganalar deniz tabanının biraz üzerinde yüzerken biz de bütün dikkatimizi elimizdeki oltalara vermiş balığın vurmasını bekliyorduk.

Yemleri suya indirmemizin üzerinden 2 dakika bile geçmeden Özkan abi ilk vuruşu aldı. Gelen yarım kilolun üzerinde bir kaba lüferdi. Balığı çabucak kancadan çıkarıp kovaya attıktan sonra takımını canlı zarganayla yemleyip tekrar suya saldı. Balığı aldığımız bölgede 5 dk kadar dolaştıktan sonra Özkan abi bir lüfer daha aldı. “Savaş, aşağısı yine balık kaynıyor. Çok güzel bir sürü var.” dediği halde bende tık yoktu. Her an balık vuracakmış gibi bütün sinirlerim gerilmiş halde beklerken elimdeki misinanın üzerine aniden bir yük bindi. İçimden derin bir “oh” çekip çekmeye başladım. Kurşunu içeri aldıktan sonra oltanın ucundaki balığın kafa darbeleri daha iyi hissedilmeye başladı. Suyun içinde zigzaglar çizen misinayı boşluk vermeden toplayıp botun yanına getirdiğim balığı seri bir hareketle içeri aldım. Yakaladığım balık yaklaşık 800 g’lık muhteşem bir kofana adayıydı. Balığı kancadan çıkarmaya çalışırken alt ve üst çenesinin uzun olta takımının ucundaki çift uçlu kancaya geçtiğini fark ettim. Özkan abinin dediği gibi bu şekilde yakalanan bir balığın havada taklalar atsa bile kurtulma ihtimali çok düşük. Balığı kovaya attıktan sonra takımı tekrar yemleyip denize koyverdim. İkimizin oltasının ucunda da son canlı zarganalar takılıydı. Dümeni hafifçe balıkları aldığımız kerterize doğru kırdık. Özkan abi ” Dönüş yaparken dikkat et. Aşağısı çok kayalık, kurşun dibe takılabilir.” diye uyardı. Takımı bir miktar yukarı kaldırmak için toplamaya başlamıştım ki elimde tuttuğum misina ağırlaştı. Dibe mi takıldı diye düşündüysem de gelen balıktı. Ben balığı çekerken bir vuruş da Özkan abi aldı. Sakin bir şekilde çekip balığı botun içine almayı başardım. Özkan abinin balığı ise yarı yolda oltadan kurtuldu.

Yakalamak için 1 saat uğraştığımız 5 zarganayla 15 dakika içinde 5 vuruş alıp, kovamıza 4 iri lüfer atmıştık. Merada çok güzel lüfer olduğu halde zargana yakalamak sıkıntıydı. Zargana yakalamak için vakit kaybetmek yerine Özkan abinin evden getirdiği donmuş zarganalarla denemeye karar verdik. İş yapacağından şüpheli bir şekilde bütün olarak taktığımız ölü zarganalarla dolaşmaya başladık. Geçen her dakika ölü zarganaların iş yapacağı yönündeki şüphelerimiz de kuvvetleniyordu. Tereddütlerle geçen 10 dakikadan sonra nihayet Özkan abi balığı aldı. Demek ölü zargana da iş yapıyordu. Şimdi balık alma sırası bana gelmişti. Ölü zarganayla bir balık da ben yakalarsam tamamen ikna olacaktım ama Özkan abi sırayı bozdu. Ölü zarganayla yakaladığı ilk balığın peşinden bir balık daha aldı. Bana niye vurmuyor diye dertlenmeye başladığım sırada oltanın ucunda anlık bir ağırlaşma hissettim. Özkan abinin tavsiyesi üzerine yemi kontrol ettiğimde zargananın ortadan kesilmiş olduğunu fark ettim. Yemimi yenileyip ava devam ettim. Çok geçmeden Özkan abi bir balık daha aldığı halde ben yine yem kestirdim. Üzerimde bir şanssızlık vardı. Bir şeyleri yanlış mı yapıyorum diye düşünmeye başlamışken nihayet bir balık da ben aldım. İçim biraz rahatlamıştı. Şanssızlığımı üzerimden atmış olmayı ümit ederek devam ettim. Makus talihimin devam ettiğini anlamam çok uzun sürmedi. Bu defa da uzun olta takımını dibe taktırıp üçlü fırdöndünün olduğu yerden koparttım. Kopan takımımın yenisini hazırlamakla uğraşırken Özkan abi lüferleri peş peşe kovaya atmaya devam etti. Hazırladığım yeni takımı yemleyip denize indirdiğimde lüfer puan durumu 9’a 3’tü.

Sonra ne olduysa Özkan abiyle rolleri değiştik. Artık ben vuran her balığı alıyor, Özkan abinin oltasına vuran balıklarsa ya yemi kesiyor ya da yarı yolda kaçıyordu. Sonunda şansım dönmüştü. Uzun bir süre neredeyse hiç balık kaçırmadan peş peşe balık yakaladım. Çok ilginçtir ki benim üzerimdeki kötü şans bu defa da Özkan abiye geçmişti. O da benim gibi takımını dibe taktırıp kopartana kadar hiç balık yakalayamadı. Takımını yenilediğinde ise lüferleri art arda çekmeye kaldığı yerden devam etti. Efsane geri döndüğünde Özkan abiyle aramızdaki farkı kapatıp bir kaç balık önüne geçmiştim. Balık hala hız kesmeden devam ediyordu. Üstelik balıkların tamamı kaba lüfer ve kofana boyutundaydı. 35 cm’in altında tek bir balık bile yoktu kovamızda.

Öğlene doğru Özkan abinin buzluktan çıkarttığı zarganalar bitmeye yüz tutunca kıyıdaki bir arkadaşımıza rica edip balıkçıdan 2 kilo zargana aldırdık. Tembihlediğimiz gibi en incelerinden seçilmiş tazecik zarganalarımız gelince kıyıya dönüp balıkları aldıktan sonra ava kaldığımız yerden devam ettik. Özkan abi merayı ve suları iyi tanıdığından bota ve oltalara çok iyi kumanda ediyordu. Dalga ve akıntı durumuna göre motor devrini ayarlıyor, sığlıklardan geçerken oltayı biraz toplamamı tembihliyor ve botu sürekli balığın vurduğu dökmeliklerin üzerinde gezdiriyordu. Kofanaları, kaba lüferleri bir Özkan abi attı botun içine, bir ben. Talihsizlikler ve moral bozukluğuyla başladığım av 17 parça balık yakaladığım hayatımın en keyifli lüfer avlarından birine dönüştü. Sonunda balık tutmaktan yorulduk. Sabah erken saatlerde başladığımız avı, balık vurmaya devam ettiği halde akşam 16:00 gibi sonlandırdık.

Ertesi gün de Özkan abiyle aynı merada uzun olta çektik. Vaktimizin kısıtlı olduğu bu avda da toplam 17 parça lüferi kovaya atmayı başardık. Sonraki günlerde hem işlerimiz hem de hava durumu çok fazla denize açılmamıza müsaade etmedi. Kısa süreli de olsa denize çıkma fırsatı bulduğumuz günlerde ise lüfer nazlıydı. Canlı zarganaya hala çok güzel lüfer vurduğu halde ölü yemi beğendiremez olduk. Yine de canlı zargana yakalayabildiğimiz günlerde keyifli avlar yapmaya devam ettik. Bu yazıyı kaleme aldığım 29 Ekim Cumhuriyet Bayramında bile lüfer sürüleri Samsun kıyılarında, dolayısıyla da beynimizin içinde dolaşmaya devam ediyor. İsterlerse bu kış Karadeniz’de yatıya da kalabilirler. Bizce mahsuru yok…

Küstüm, oynamıyorum

Her zaman balıktan mı bahsedeceğim, bu sefer de balıksızlıktan bahsetmek istiyorum. İstanbul’da yaşayan biri olarak Ağustos’u, Eylül’ü, ve bir parça da Ekim’i kıyı balıkçısının kahır ayları olarak görürüm. Söz konusu zaman dilimi her sene Ağustos başında başlayıp, Ocak ayına dek süren büyük göçün, katavaşyanın başlangıcıdır. Bu büyük göçte öncelik palamuta aittir. Temmuz sonunda Karadeniz girişinde kendini gösteren vonozlar, Ağustos ortalarına doğru serpilip oltaları ziyaret etmeye başlar. Ardından ay sonuna doğru ilk akın lüferler Yeniköy çakarı etrafında av verir. Sonrası ise köşe kapmaca gibidir. Lodosta palamut, kuzeyli fırtınalarda ise lüfer meydana çıkar. Ancak henüz bu zamanda balık sürüleri nispeten dağınık ve hareketli olduğundan balığın ne zaman, nerede ortaya çıkacağını kestirmek son derece güçtür. Bu dönemde palamuta çapari atanların bolca kol kası yaptıkları, lüfere yemli atanların ise oltanın ucuna bakmaktan yolda beride şaşı gezdikleri vakidir. Bu aylarda siz balığa gitmezsiniz, balık size gelir. Tabi o kadar şanslı ve sabırlıysanız…

Daha önceki yazılarımda bahsi geçtiği üzere, Mart ayında askerliğimin dönüşünü takiben ev arayışlarına girdim ve İstanbul’un köklü Boğaz semtlerinden biri olan Beylerbeyi’ne yerleştim. Burası hem iş yerime yakın olması, hem de Boğaz sahilinde olması açısından benim için çok ideal bir konumda bulunmakta. Özellikle günlerin uzun olduğu yaz aylarında denize yakın oluşumun çok faydasını gördüm. Akşam canım balık yemek istediğinde, iş çıkışı hemen üzerimi değiştiriyor, bir saat içinde tavalık balığımı çıkarıp eve dönüyordum. Ancak bulunduğum konumun ilk bakışta balıkçılık açısından avantajlı görünmesinin yanında dezavantajları da bulunmaktaydı. Öncelikle Boğaz’ın Avrupa yakasındaki avlaklara aşinaydım. Bu yakayı baştan öğrenmem gerekecekti. Birkaç ay içinde avlakları az çok öğrendim. Öğrenmesine öğrendim, fakat bu avlaklara hiç mi hiç alışamadım. Boğaz’da avlananlar bilir, Boğaz’ın Anadolu yakasındaki avlaklar Avrupa yakasındakilere hiç benzemez: Her şeyden önce Anadolu yakasında olta atılabilecek bölgeler, yalı evleri arasındaki çok sınırlı alanlara sıkışmış durumda. Bu nedenle balık zamanında verimli bölgeler inanılmaz kalabalıklara ulaşabiliyor. Buna ilaveten, sahil şeritleri hemen her yerde aşırı dar. En son Çubuklu’da insanların resmen yolun ortasına oturup yemli olta attığını görünce bu tarafın bana göre olmadığı kanaatine vardım.

Anadolu Yakası Boğaz Avlakları – Çubuklu
Sahil şeridinin genişliği bir metreyi anca buluyor.

Anadolu Yakası Avlakları – Kandilli
Palamut zamanı Kandilli. Görüntü sizi yanıltmasın. Olta atanların sayısından daha fazla oltacı arkada balığın girmesini bekliyor.

Ancak yeni muhitimin balıkçılığıma çok daha olumsuz bir etkisi oldu. Evimin birkaç kilometre ötesindeki avlağa gitme konusunda bile fevkalade üşengeç oldum. Ama bu haybeden bir üşengeçlik değil. Aslına bakarsanız Beylerbeyi bulunduğu yakadaki en verimli avlakların başında geliyor. Orta şiddette akıntısı, atış mesafesinde 20-25 metre arasına ulaşan derinlik, ve akın zamanında iyi av veren noktalarıyla çok da uzaklara gitmeyi gerektirmeyecek bir avlak.Nitekim, 1 ay boyunca fırsatını bulduğum her akşam üstü ama yarım saat, ama iki saat deneme yaptım. Buna haftasonu sabah suyu avlarını da dahil edebiliriz.

Fırsat bulmak demişken… Her hobide, her spor dalında, her uğraşta olduğu gibi balıkçılık da her şeyden önce bir zaman meselesidir. İstediğiniz kadar iyi takımlara sahip olun, istediğiniz kadar avlak bilginiz olsun, yakalayabildiğiniz balık doğrudan balığa çıkabildiğiniz zamanla orantılıdır. Eylül ayında neredeyse her hafta iş seyahati için şehir dışındaydım. Yine de halime şükretmem gerek ki, hala hafta sonlarını dilediğim gibi değerlendirme özgürlüğüne sahibim. İnsanın hayatına sorumluluklar eklendikçe, boş zamanı da aynı ölçüde azalıyor. Netice olarak, yazının başında belirttiğim gibi balığın sağının solunun belli olmadığı bu dönemde, haftanın bir veya iki günü av kovalamak balık tutmak için yetersiz kalabiliyor.

Tüm bunlar neticesinde bir aylık dönemde 25-30 saatlik uğraşın meyvesi 1 çinekop, üç beş kilo istavrit olabiliyor. Üstelik bu dönemde etrafınızdaki herkes muhteşem avlara da imza atıyor olabiliyor. Bu noktada ne “Küstüm, oynamıyorum” diyerek vazgeçmenin, ne de bu durumu kafaya takıp sabah akşam kısmetini zorlamanın amatör balıkçılığın felsefesine aykırı olduğunu düşünüyorum. Bu durum dönem dönem her amatör balıkçının başına gelebilir. Eğer bir gün siz de benim gibi çabalarınızın boşa çıktığı, patinaj yaptığınızı hissettiğiniz bir dönemden geçerseniz, herkesin kendi şartları dahilinde, çevresindeki koşullar el verdiği müddetçe avlanabildiğini ve bu uğraşta kimsenin kimseden üstün olmadığını kendinize hatırlatmalısınız. Azimli olmalı ama inatçı olmamalısınız. Sabırlı olmalı ama takıntılı olmamalısınız. Önünde veya sonuda “o balık” size gelecektir.

Ekim Ayı Ege Avları – 1

Blogun ismini “Balık Günlükleri” koyarken hedefim, bu platformun gerçekleştirdiğim avları hikayeleriyle beraber anında paylaşabileceğim bir günlük olmasıydı. Ancak bugüne dek bu amacımı çok nadiren gerçekleştirebildim. Bugün, sitenin sizin göremediğiniz arka yüzüne baktığımda adeta karşımda bitirilmemiş yazılar mezarlığı var. Bazılarının başlığı atılmış, öylece bırakılmış. Bazıları son bir paragrafı bekliyor. İşin kötü tarafı, bir yandan da yeni sezon ile beraber yaptığım avların da sayısı sürekli artmaya başlayacak. Ben de bu yoğunlukta kısıtlı zamanımı, ölü yazıları diriltmek yerine, daha dumanı üstünde avları kısa kısa sunmaya ayırmaya karar verdim. Her ne kadar tüm yazılarımın başında bu seferki kısa olacak desem de, hiçbir zaman kendime verdiğim bu sözü tutamıyorum. Bakın, yine bir ton gevezelik yaptım bile. Neyse, uzatmadan yine bir bayramda Bodrum klasiği raporuma geçiyorum.

Filmin sonunu baştan söyleyeyim. Beklentimin çok çok altında, kesat bir 9 gün geçirdim. İstanbul’da üstümde olan bereketsizliği sanki Bodrum’a taşımış gibiydim. Bu denli uzun bir tatilin bilançosu 1 levrek (800 gram), 2 ispendek (400 gram altı), 1 turna, ve birkaç lidaki (200-300 gram) olmamalıydı.

Mart ayındaki bereketli su üstü levrek avlarımdan sonra bu harika anları kayda alabilmek için büyük bir hevesle kendime bir GoPro kamera edindim. O kamerayla kayda başladığım günden bu yana su üstü sahteme doğru düzgün takip bile alamıyorum. Balıklar mı utangaç, ben mi becerimi kaybettim, bilemiyorum. Ancak bu sefer de tüm levrek ve ispendeklerimi sübye ile avladım. Doğrusunu söylemek gerekirse, Ege’nin balıkçılarında çok yaygın olan şu mamun sevdasını pek anlayamıyorum. En azından benim bulunduğum bölgede mamun küçük balıkları beslemekten başka pek bir işe yaramıyor. Gücünüz ve sabrınız küçük balıklara mamun yetiştirecek kadar fazlaysa, o zaman arada birkaç dişe dokunur balık alabiliyorsunuz. Sübye ise daha ziyade belli boyun üstünde balıklara çekici gelen bir yem. Ufaklıklar bu yemi sertliğinden ötürü pek tırtıklayamadıklarından genelde sevmiyorlar. Ancak taktığınız iri sübye parçasını tek hamlede yutabilecek balıklar için bu yem harika bir seçim. Nitekim daha önceki avlarda da yaptığım gibi, geceleri 0,35’lik misinaya bağlı 3/0 no’lu iğnemi iri parça sübye ile yemleyerek kıyıdan 10-15 metre kadar ileri savurdum. Bu şekildeki avlarım hep hüsran ile sonuçlanmıştı. Ya balık ben farkına bile varmadan misinayı koparmış, ya karaya alma esnasında oltadan kurtulmuş, ya da boşa tasma atmıştım. Ama hemen her gittiğimde bir şekilde vuruş almıştım. Bu sefer aynı bölgeye iki olta atıp, kamışların ucuna vuruş olduğu anda müdahale edebilmem için zil taktım. İlk gece, oltayı attıktan 10 dakika kadar sonra zil hafifçe çaldı. Balık ben geldim diyordu. Ufak ufak bir kaç oynamanın sonunda, sert bir kafa darbesi ile kamış yerinden oynadı. Aynı anda ben de tasmayı vurdum. Oltayı bir iki tur çevirmiştim ki, misinanın takıldığını hissettim. Bu esnada balık da basıyordu. Bir anda olta boşaldı. Yine kaçırmıştım. Üzülmeye fırsat bulamadan oltanın hala gergin olduğunu hissettim. Gezer kurşunlu takımda muhtemelen kurşun bir taşın arasına sıkışmış, balık da basınca kurşun sıkıştığı yerden kurtulmuştu. Aklımdaki en yüksek ihtimal bunun bir mığrı oluşuydu. Zira daha önceki deneyimlerimi kime anlatsam oltayı koparma tarzından bunun bir mığrı olabileceği ihtimali üzerinde duruyordu. Kullandığım makine ilk defa kullandığım eski bir makineydi. Kalama ayarının arkada olduğunu av esnasında farkettim. Bu pek alışık olduğum bir durum değildi. Gecenin karanlığında oltanın ucunda balık varken kalama ayarı arayacak halim yoktu. Biraz şansıma güvenip makineye kuvvet balığı karaya aldım. Karanlıkta balığın beyaz karnı parlıyordu. Orta boy bir mığrı diye geçirdim içimden. Ancak kafa lambamı açınca bunun bir levrek olduğunu farkettim.

Demek ki, bugüne kadar vuranlar mığrı değildi diye geçirdim içimden. Sonraki günlerde karaya çıkardığım iki mığrı, sağolsunlar, bu tahminimi çürüttüler.

Diğer iki ispendeği ise yine sübyeli takımla, biri gece, biri de havanın fırtınalı olduğu bir öğleden sonra aldım. Lidakiler de aynı şekilde sabaha karşı sübyeli takıma geldi.

Yemli avlarım özetle bu şekildeydi. Gelelim sahte ile yaptığım avlara. Kiloluk bir turna harici sahte ile yaptığım avlarda başarısız oldum. Turnayı ise akşam üstü küçük bir mendireğin üstünden aldım.

Almasına aldım da, balığı sudan çıkarmak bir hayli sıkıntılı oldu. Avlandığım mendireğin taşları üstü düz ve üstünde durmaya izin vermeyecek derecede dik açıyla suya iniyordu. Balık çok büyük olmasa da kiloluk balığı spin kamışla o kadar geriden kaldırmak çok büyük ihtimalle balığın kaybı anlamına gelecekti. Bu durumlarda yakaladığınız balığı önünüze kadar getirip sadece kafasını sudan keserek iyice hareketsiz duruma getirin. Balık birkaç hamle yapacak olsa da, kafası suyun dışında olacağından oksijensiz kalıp güçten çabuk düşecektir. Bundan sonra balığı yavaşça alabileceğiniz bir noktaya doğru sürükleyin. Eğer alabileceğiniz hiçbir nokta yoksa, bu süreyi biraz daha uzun tutup, balığın hareketsiz kaldığından emin olun ve yavaşça, mümkün olduğunca zeminden destek alarak kaldırın. Ben kamışı arkadaşıma vererek, denize düşme riskini alıp taşlardan aşağı indim ve balığı kepçeledim. Elbette bu dediğim levrek, turna gibi çabuk yorulan hareketten ziyade gücüyle mücadele eden balıklar için geçerli. Su üstü yapan, kendini oradan oraya vuran bir lüfer, kofana için bu taktiğin işe yarayacağını pek düşünemiyorum.

Önceki zamanlarda da, sahteyle verimsiz avlarım olmuştu ancak hiç bu seferki gibi canım sıkılmamıştı. Daha önceki avlarımda balık mutlaka sabahları oynaklar yapar, sahteyi takip eder, bir şekilde vücuduma adrenalin salgılatırdı. Ancak bu gittiğimde deniz ölü gibiydi. Tek bir gün hariç… Bayramın üçüncü günü havanın bozacağını meteoroloji siteleri günler öncesinden haber veriyordu. Ancak tüm sitelerin tahmini havanın keşişlemeden, yani bulunduğum yer için karadan eseceği anlamına geliyordu. Bu da zaten verimsiz olan avlağın özellikle levrek yönünden iyice verimsizleşeceği anlamına geliyordu. Öyle ki, sabah uyanıp balığa gidip gitmemekte dahi tereddüt ettim. Sonradan hiç değilse turnayı bakarım diyerek yola koyuldum ve genellikle iyi turna aldığım bir avlağa gittim. Burada tek bir vuruş dahi alamadım. Ancak denizin dalgalı olması kafamda soru işareti yarattı. Normalde keşişleme havada deniz ütülenmiş gibi dümdüz olurdu. Avlakta anlamsız yere oyalandıktan sonra eve dönmek için yola çıktım. Ancak yolda içimden bir ses her zaman avlandığım levrek merasına bakmamı söyledi. Bu his o kadar güçlüydü ki, tam direksiyonu eve kıracakken vazgeçip sahile indim. Saat 10’a yaklaşıyordu. Sabah suyu çoktan bitmiş denebilirdi. Denize yaklaşırken gelen dalga seslerini duyunca irkildim. Bu hava keşişleme değildi, kesinlikle batılı havaydı, ve avlandığım liman içini kolay kolay rastlanmayacak derecede güzel karıştırmıştı. Balığın yapacağı tek günü saçmasapan bir merada oyalanarak harcamıştım. Moral bozukluğu yaşasam da içimde bir ümitle su üstü sahtemi suyla buluşturdum. Fırtına misinayı şişirerek sahteyi atmayı oldukça zor bir hale getiriyordu.Birkaç deneme sonunda sahteyi istediğim bölgeye düşürebilmeyi başardım. Sahte şişen misinanın etkisiyle denizin üstünde sörf yaparken ne zamandır hasret kaldığım o vuruş geldi. Sakindim, balığı kontrol altına aldım. Ama o gün beni oraya getiren ve ne hikmetse susmak bilmeyen iç sesim balığı kaçıracağımı söyledim. Birkaç saniye sonra balık oltadan kurtulmuştu. Sahteyi çektiğimde balığı üçlü iğnelerden birini kırdığını gördüm. Yine üşengeçliğimin cezasını çekmiştim. Yine de moralimi bozmadan atışlarıma devam ettim. Yine oltamı istediğim bölgeye düşürebildiğim anda aynı şekilde ikinci balık sahteye bindi, ancak iğneler ağzına geçmedi. Bundan on dakika sonra aldığım üçüncü vuruşun sonucu ise çok daha trajikti. Balık, yine misina boştayken vurdu. Ben misinanın boşluğunu alırken, balık da boşluktan faydalanıp iyice hızlanmış olsa gerek, misina gerildiği anda binen aşırı yükten olta örgü ile FC leader’ın birleştiği düğümden ayrıldı. Ayrıldı diyorum çünkü misina düğüm yerinden mi koptu, veya ip misina düğümden mi sıyrıldı emin değilim. Maalesef ip misinalarda düğümlere ilave özen göstermek gerekiyor. Siz düğüm attığınızı sanarken o düğüm biraz fazla kuvvette yerinden sıyrılabiliyor. Bu nedenle ip misinayı bağladıktan sonra elinizin biraz acıması pahasına fazlaca kuvvet uygulamanızı ve misinanın kayıp kaymadığını görmenizi tavsiye ederim. Diğer bir önlem de misinanın düğümden artık kalan çapak kısmını biraz uzunca bırakıp olası kaymalarda bir parça da olsa tolerans payı bırakabilirsiniz. Ama bunun da ip misinanızda sık sık dolaşmalara neden olabileceğini aklınızda bulundurun. Velhasıl, ben o gün levrekler karşısında ciddi bir hezimete uğrayarak 3-0 yenildim. Avlaktan ayrılırken denizdeki levreklerin oltamı elime verip, hadi bu işi öğren de gel dediklerini hissediyordum. Öğleden sonra moralimi toplamaya çalışarak yine aynı avlağa gittim. Gittiğimde rüzgar kuzeye dönmüş ve deniz sakinleşmişti. At-çek ile bir şey alamayacağımı biliyordum. Ben de bunun üzerine yemli oltamı attım, ve yukarıda bahsettiğim ispendeği aldım.

Tuttuğum ve kaçırdığım balıklar bir yana, belki de bu 9 günde deniz ve balıkçılık hayatımdaki en unutulmaz iki anı yaşadım. Bunlardan birisi, havanın tekneyle denize açılmama müsade ettiği iki günden ilkinde gerçekleşti. Sabah kıyıdan tuttuğum canlı zargana ile 2 mil açığımızdaki adanın Yunan tarafına bakan banko taşlarında uzun oltaya dolaşıyordum. Güneş ufuk çizgisine değdiğinde ben de artık dönüşe geçmiştim. Son defa 30 metrelerden 1 metreye çıkan bankonun önünden geçtim. Bu esnada oltam ağırlaştı ve boşaldı. Çok büyük ihtimalle taşa takılmış ve kurtulmuştu. Bunun üzerine ben de istem dışı bir şekilde arkama dönüp baktım. Yaklaşık 20 metre kadar gerimde suyun üzerinde bir kayanın olduğunu farkettim. Ama buradan daha öncede birkaç defa geçmiş, hiçbirinde suyun bu kadar üzerinde duran bir kaya görmemiştim. Derken kaya olduğunu sandığım nesne hareket etti. Evet evet, bu kaya değildi, bir zıpkıncı olsa gerekti. Ama etrafta bot veya tekne de yoktu. Kıyıdan 2 mil açıktaki adaya nereden gelmiş olabilirdi? Ben bunları düşünürken, suyun içinden kocaman bir kafa çıktı. O an istemsizce çığlık attığımı hatırlıyorum. Bu bir Akdeniz fokuydu. O güne kadar varlığını oradan buradan duyduğum, hayatımda karşılaşmayı en çok istediğim, dünyanın en nadir hayvanlarından biriydi. 2 metrenin üstündeki boyu, ve cüssesi bunun yetişkin bir erkek olduğunu gösteriyordu. Hemen çantamdaki fotograf makineme davrandım. Ancak hayvan benim kendimi tutamayıp bağırmamdan korkmuş olacak, denize dalmıştı. Uzunca bir süre elimde fotograf makinesiyle çıkmasını bekledim ancak çıkmadı. Bu anı her ne kadar fotograflayamamış olsam da, yaşamış olmak bile benim için müthiş bir deneyimdi.

İkinci unutulmayacak anım ise, turnayı aldığım andan yaklaşık bir saat sonra gerçekleşti. Av arkadaşımla birlikte, oltalarımızı sübyeyle yemlemiş bekliyorduk. Bahsettiğim gibi bulunduğumuz yer küçük bir mendirekti, ve biz bu mendireğin iç kısmındaki betondan oltalarımızı denizle buluşturmuştuk. Akşamdan bu yana oltalar ciddi bir vuruş olmamıştı. İşin kötü tarafı deniz çıyanları yemlerimize dadanıyordu. Bu canlı yeminize bir kez dadandığında yemin üzerinde yakıcı tüycüklerini bırakır. Ondan sonra yemin üzerinden düşse bile hiçbir balık gelip de o yemi kolay kolay yemez. Bunun için sürekli yeminizi yakından kontrol etmeniz, eğer üzerinde çiyanın tüycüklerini görüyorsanız, yemi değiştirmeniz gerekir. Biz de çıyanlarla uğraşıp yem değiştirmekten usanmıştık. Kendimize avı bitirmek için bir 5-10 dakika daha vakit veriyorduk. Tam bu esnada, benim oltam üzerine dayamış olduğum şezlongtan kayıp yürümeye başladı. Hemen durumu farkedip oltanın başına koştum. Oltayı zaptettim ancak oltanın ucu koyun iç tarafına doğru gidiyordu. Bir yandan misinanın doğrultusunda koşup, diğer yandan misinanın boşluğunu topluyordum. Aklımda bunun çok iri bir levrek veya çupra olacağı fikri vardı. Artık oltanın ucundaki balığın ne olduğunu görmeye çok yaklaşmıştım. Balık kıyıya tamamen paralel yüzmüştü. Bulunduğum yerden en fazla 2-3 metre açıkta olabilirdi. Deniz, koyun bitimindeki projektör sayesinde bir hayli aydınlıktı. Ve nihayet onu görmüştüm. İri bir balık bekliyordum, ama gördüğüm manzara kanımı dondurmuştu. Oltanın ucundaki bir balık değil, adeta bir uçan halıydı. Hayatımda daha öncesi hiç böyle büyük bir vatoz görmemiştim. Aslına bakarsak, bu kazık kuyruk dediğimiz, Savaş arkadaşımın birkaç sene evvel Antalya’da yakaladığı bir vatoz türüydü. Bulunduğum dehşet içinde arkadaşımın koşup gelmesi için seslendim. Aklımda balığı nasıl karaya çıkarabileceğim vardı, ama hiçbir yol mümkün görünmüyordu. 0,26’lık misina ile böyle iri bir hayvan karşısında direnmek bile soru işaretiydi. Ben bunları düşünürken, arkadaşım elinde kepçeyle yanıma geldi. Elinde kepçeyi görünce “Kafasına sapıyla vura vura mı kıyıya almayı düşünüyorsun” diye takıldım kendisine. O balığa karşı elindeki kepçe bir yandan oldukça gülünç duruyordu, bir yandan da çaresizliğimizi gösteriyordu. Aramızda ne yapalım, ne edelim derken balık bir yandan bizi de koyun içinde sahibini sürükleyen köpekler gibi gezdiriyordu. Bu durum çok uzun sürmedi. Kısa bir süre sonra, misina boşa çıktı. Balık bir şekilde iğneden kurtulmuştu. Belki de iğneye hiç yakalanmamış, kanat genişliğinden dolayı oltanın misinasına dolaşmıştı. Benim de kurtulduğuna pek üzüldüğüm söylenemezdi. Her ne kadar bu devasa balığı karaya çıkartıp bir hatıra fotografı çektirmeyi istesem de, avcılık değeri olmaması nedeniyle kendimi çok da bir şey kaçırmış hissetmiyordum. O anı yaşamak bana yeterdi. Dediğim gibi, keşke denizdeyken bile olsa bir fotografını çekebilseydim, ama kısmet değilmiş. Zaten onun yerine de temsili olarak kullanabileceğim Savaş dostumun 2010 yılında yakalamış olduğu hemen hemen aynı boydaki kazık kuyruğun resmini kullanabilirim.

Gymnura altavela (Savaş Dursun / Antalya 2010)

Balık olarak oldukça kesat, ancak anı olarak bende uzun yıllara unutamayacağım bir tatili geride bırakırken, hemen ertesi hafta başlayacak 4 günlük bir Bodrum serüveninin de planlarını kurmaya başlamıştım bile. Her ne kadar genel balık durumu iç açıcı olmasa da, içimdeki balık tutma hevesi her zaman aynıydı. Denizin en kısır dönemlerde bile insanı neler ile karşılaştırabileceğini tahmin etmek mümkün değildi. İçimdeki balık ve deniz sevdasının temeli de zaten buydu.

Bitirirken kısa not: Sanırım bu yazının kendisi, yazının başında özeleştiri yaptığım, başladığım işi bitirememe problemimin kaynağını gösteriyor. Yine bu sefer kısa olacak diye kendi kendime söz verdiğim bir yazıyı, romana dönüşmeden zor bitirdim. Kısa not dedim, bu bile kısa olmadı.

Doğal Çiftlik Levrekleri…

2013 Eylül ayında da geçtiğimiz sene olduğu gibi kıyıdan at-çek yöntemiyle Samsun’da keyifli lüfer avları yapma fırsatı buldum. Geçtiğimiz sene yaptığım at-çek avlarının çoğunda yakaladığım lüferlerin yanında çokça çinakop ve sarıkanat da olurdu. Geçen seneden farklı olarak bu sene kıyıdan yakaladığım lüferlerin sayısında artış, çinakop ve sarıkanatların sayısında ise düşüş yaşandı. Böylesi daha iyi oldu doğrusu. Ekim ayının gelmesiyle birlikte ise kıyıdan yakaladığım lüfer miktarı azaldı. Balığın yoğun olduğu dönemlerde her avda 5-6 lüferi kandırırken, Ekim ayının başlarında gittiğim avlardan ya tek lüferle ya da boş kovayla dönmeye başladım. Lüferin yokluğunda oyalanacak sarıkanat da olmayınca, her sabah 05:00’da yataktan kalkmamı sağlayan şevk ve heyecanımı kaybettim. Çok şükür ki bu dönemde yaptığım sabah avlarında oltama takılan birkaç lüfer ve 1.5 kg’lik bir levrek ile teselli buldum.

Kıyıdan at-çek ile lüfer avı keyif vermemeye başlayınca başka balıkların arayışı içine girdim. Aklıma ilk olarak avcılığından ve yemesinden en çok keyif aldığım balık olan tatlısu levreği geldi. Geçtiğimiz senelerde 20-40 g’lık jiglerle trofe boylarda tatlısu levrekleri yakaladığım, Amasya il sınırları içinde bulunan bir baraj gölünde denemeyi düşündüm. Bu göl ile evimin arasındaki mesafe 100 km. Tatlısu levreği avcılığını çok sevdiğim için daha önce bu yolu defalarca kere gitmiştim. Ama onca yolu tek başıma gidip, yalnız av yapmak istemediğim için av arkadaşı aramaya başladım. Teklifimi ilk olarak Özkan abiye yapmaya karar verdim. Özkan abiyi telefonla aradığımda daha teklifimi yapmaya fırsat bile bulamadan heyecanlı bir şekilde anlatmaya başladı: “Savaş, Yakakent’ten geliyoruz. Ben hayatımda böyle bir şey görmedim. Çapariyle levreği boğduk. Her atışta en az üçlü levrek çektik. Altılı çektiğimiz bile oldu. Balık tutmaktan yorulup avı bıraktık. Biz dönerken hala balık vuruyordu.” Özkan abi nefes almadan anlatırken ben de bulduğum boşluklarda aklıma gelen bütün soruları sormaya çalışıyordum: ” Tam olarak nerede aldınız balıkları? Balıklar açıkta mı vurdu, kıyı da mı? Balıkların boyları yaklaşık ne kadar? Nasıl bir çapari kullandınız?

Özkan abinin balıkları yakaladığı yer, Yakakent’te kıyıdan 1 mil mesafede bulunan levrek çiftliklerinin tam karşısına denk gelen kıyı şeridiydi. Balık boylarının standart ve porsiyonluk olmasına bakılırsa yakın zamanda çiftlik patlamış olma olasılığı yüksekti. Anlatılanlar doğruysa bu avın avcılık yönünden pek bir değeri yoktu. Hiç bir doğa tecrübesi ve avlanma yeteneği olmayan çiftlik kaçkını levrekleri çapariyle üçer beşer yakalamanın övünülecek bir yanı da yoktu. Ama ne olursa olsun, insanın ömründe belki de bir defa meydana gelebilecek böyle bir olayı tecrübe etme isteğim Amasya’da tutacağım trofe tatlısu levreği hayallerimin önüne geçti. Özkan abiyle ertesi sabah da aynı yerde olta atmak üzere sözleştik.

Ertesi sabah 04:30’da Özkan abi ve benim gibi Özkan abinin anlattıklarının heyecanına kapılan Temel abi ile buluşup Yakakent’e doğru yola koyulduk. Yakakent’e varmadan yol üzerinde açık bulduğumuz, sabah namazı için uyanmış olan bir hacı amcanın dükkanında bayat simit, peynir, zeytin ve çaydan oluşan kahvaltımızı yaptıktan sonra yola devam ettik. Hava aydınlanmak üzereyken vardığımız merada öncelikle lüfer ve iri levrek umuduyla, çeşitli sahte yemler ve kaşıklarla at-çek yaptığımız halde 3 kişi yarım saat içinde sadece 2 sarıkanat yakalayabildik. Lüfer ve iri levrekten beklediğimizi bulamayınca levrek çaparisi yapacağımız meraya geçip takımlarımızı hazırlamaya başladık. Özkan abi ve Temel abi hazır çaparilerini açarken ben de hazırda bulunan 0.28 mm’lik çapari kösteklerini 0.30 mm’lik beden misinası üzerine dizmeye başladım. Beden üzerine 4. kösteği bağladığım sırada meraya bizden önce gelen balıkçılardan birinin sudan zorlana zorlana bir şeyler çıkarmaya çalıştığını fark ettim. Başımı uğraştığım işten kaldırıp baktığımda yanımdaki balıkçının iki büklüm olmuş kamışının ucundaki 8 levreği görünce şaşkınlıktan ne yapacağımı bilemedim. Ağırlıkları 300-600 g arasında değişen 8 levreğin çaparinin ucunda salkım gibi dizildiğini görünce heyecandan diğer köstekleri bağlamayı bırakıp acele bir şekilde hazırladığım takımı denize salladım. 25 m kadar salladığım çapariyi hiç aksiyon yaptırmadan ağır ağır sarmaya başladım. Takım 10 m önümdeki kayaların bitti sığlık alana geldiğinde ağırlaştı. Makinenin kolunu bir kaç tur bile çeviremeden oltanın ucundaki ağırlık ve patırtı iyice artınca daha fazla saramaz oldum. Takımı çok sığ ve kayalık olan dibe taktırmamak için kamışın ucunu yukarı kaldırıp ardından aşağı indirirken misinanın boşunu alarak çekmeye başladım. Biraz çektikten sonra her biri bir tarafa yüzmeye çalışan 4 levreği suyun yüzeyinde gördüm. Aynı taktikle çekmeye devam ederek önüme kadar gelen levrekleri kamışımın ucu iki büklüm olmuş şekilde kaldırıp dışarı aldım. Oltamın ucundaki tüm kancalar dolmuştu. Önümüzde gerçekten çok kalabalık bir sürü olmalıydı. Porsiyonluk boydaki levrekleri kovaya atıp bu büyük olayın tadını çıkartmak için vakit kaybetmeden oltamı tekrar salladım.

Özkan abi, Temel abi ve ben peşimiz sıra çaparilerimizin kancaları salkım saçak dolu halde levrek çektik. Levrekler istavrit gibi çapariye doluyordu. Bunca yıllık balıkçılık hayatımda daha önce böyle bir şeyi ne görmüş ne de duymuştum. Limit üstü olmasına rağmen oltamıza vuran balıklardan çoğunu geri salıp sadece en irilerini alıkoyuyorduk. Bu hareketimizle meradaki bazı balıkçılara örnek olduysak da bazıları ayırt etmeksizin oltalarına vuran tüm balıkları kovaya doldurmaya devam etti. Bölgenin yerli balıkçılarının anlattığına göre birkaç gün önceki fırtınada açıktaki levrek havuzlarından 2 tanesi patladığı için binlerce balık denize kaçmıştı. Bazı balıkçılar denize kum serpiştirip yemleme taklidi yaparak çiftlik kaçkını levrekleri toplamaya çalıştı. Gün boyu aralıklarla balık devam etti. Kayalık boyunca sıralanmış olan balıkçıların yakaladığı balıklara göre sürünün nerede olduğunu kolaylıkla anlayabiliyorduk. Saatler ilerledikçe balıkçıların kovaları tıka basa doldu. Kiminin yedek kovası vardı, kimi kovadan taşan balıkları poşetlere doldurdu, kimi yerlere attı, kimi de balıkları solungaç ve ağızlarından geçirdiği ağaç dallarına dizdi.

Bir müddet çapariyle levrek yakalamanın zevkini aldıktan sonra daha eğlenceli olduğunu düşündüğüm yöntemlerle denemeye karar verdim. Yanımda getirdiğim LRF takımımın ucuna taktığım çok hafif jigler ve silikon yemlerle denemeler yaptım. Bu avda daha önce deneme şansı bulamadığım LRF sahtelerimin bir çoğunu çalıştırma ve 3-12 g atarlı çok esnek bir kamış kullanarak yarım kiloluk levreklerle mücadele etme fırsatı da buldum.

Ava devam ederken, böyle bir avın tarihi bir değere sahip olduğu ve mutlaka fotoğraflamam gerektiği düşüncesine kapılıp avın başında çektiğimiz salkım saçak levreklerin fotoğrafını çekmediğim için pişmanlık duydum. Neyse ki av tüm hızıyla devam ediyordu. Sürünün geldiği bir ara Özkan abinin çaparisi tekrar balıkla doldu. Spin kamışının ucu şekilden şekile girerken tulum giyiyor olmasının avantajıyla dalgalara aldırış etmeden denize girdi. Aynı anda Temel abinin de çaparisi balıkla dolduğu halde olta atmak yerine fotoğraf çekme işine koyuldum. Özkan abinin dalgaların arasında mücadele edişini, çaparisini dolduran 6 levreği denizden çıkarmaya çalışırken düştüğü halleri ve Temel abinin oltasının ucundaki 7 levreği dışarı almasına yardım edişini kare kare fotoğraflayarak nadir gerçekleşen bu avın en özel anlarını ölümsüzleştirdim.

Her biri farklı yana yüzmeye çalışan 7 levreği dışarı almak gerçekten fiziki kondisyon gerektiren bir iş. Gün boyu çaparilerimizi dolduran levreklerle mücadele etmekten hepimiz perişan olduk. Zarar vermeden kancadan çıkardıktan sonra denize attığımız balıkların jilet gibi keskin yanak ve yüzgeçlerine maruz kalan ellerimiz kan revan içinde kaldı. Yakaladığımız onlarca levreğin arasından seçtiğimiz en iri balıklarla limitler dahilinde kovalarımızı doldurup erken saatte avı sonlandırdık. Böyle bir ava daha önce şahit olanınız var mı bilmem ama ben ve arkadaşlarım daha önce ne görmüş ne de duymuştuk. Avcılık açısından çok fazla bir değeri olmasa da bizim için yıllar sonra bile konuşacağımız farklı bir tecrübe oldu. Sonraki günlerde hiç birimiz çapariyle çiftlik kaçkını levrek peşinde koşmadık. Kim bilir belki yıllar sonra doğada hayatta kalmayı başaran birkaç tanesiyle tekrar karşılaşırız. O gün geldiğinde iyi olan kazansın…

LRF ( Light Rock Fishing )

Sizi bilmem ama benim için sahte yemlerle yapılan avcılığın keyfi ayrıdır. Bir balığı gerçekte avı olan yemler yerine onların taklitleriyle avlamaya çalışmak hareketli, eğlenceli ve beceri isteyen bir iştir. Ülkemizde geleneksel at-çek yönteminde yaygın olarak kullanılan sahte yemler çok fazla çeşitlilik göstermediği gibi, sahte yemlerle avlanan balık türleri de tatlı su ve denizlerde yaşayan belli başlı avcı balıklarla sınırlı kalmıştır. Oysa ki doğru malzeme seçimiyle hemen her türlü balığı sahte yemlerle avlamak mümkündür.

Son yıllarda gelişen teknolojiyle birlikte sportif balıkçılık sektöründe de çok büyük yenilikler yaşandı. Balık avı takımlarında kullanılan malzemelerin mukavemeti arttıkça misinalar inceldi, makineler küçüldü, kamışlar daha ince, hafif ve esnek hale geldi. Boy boy, çeşit çeşit, renk renk sahte yemler vitrinlerde boy göstermeye başladı. Balık avı malzemelerindeki yeniliklere paralel olarak yeni yöntemler de ortaya çıktı. LRF ( Light Rock Fishing ) yöntemi de bunlardan biri. Çok hafif takımlar ve sahte yemlerle balık avlama prensibine dayanan LRF yönteminin temelleri Japonya’da atıldıktan sonra 2009 yılından itibaren başta İngiltere olmak üzere bir çok Avrupa ülkesinde de uygulanmaya başlamış ve kısa sürede amatör balıkçılar arasında yeni bir trend haline dönüşmüştür.

Olta balıkçılığının tek amacı keyif almak olmalıdır. Balık tutmaktan keyif almanın yolu ise doğru takım kullanmaktan geçer. Doğru takımla yakalandığı taktirde orta boy bir istavritin bile mücadelesine doyum olmaz. Nasıl ki, sörf, spin, dikey jigging ya da derin su avlarında kullandığımız takımlar birbirinden farklıysa, LRF yönteminde kullanılan takım da farklı olmalıdır. LRF yönteminde kullanılan yemler piyasadaki her türlü sahte yemin minyatürüdür. Ağırlıkları 0.5 g’dan başlayan silikon zokalarını ( jig head ), silikon kurtları, kaşıkları, jigleri ve maket balıkları içeren bu mini yemler çok fazla renk ve model seçeneğine sahiptir. Bu kadar hafif yemlerle uzun atışlar yapabilmek için esnek ve düşük atarlı kamışlara ihtiyaç vardır. İdeal bir LRF kamışının boyu 180-240 cm arasındadır. Yeni başlayanlar için 3-12 g atarlı bir kamış fazlasıyla iş görecektir. LRF takımını oluşturan makinelerin de kamışla uyumlu ve hafif olması gerekir. 1000-3000 arası makineler bu iş için idealdir. Misina seçimi kişinin tercihine kalmıştır. Balıkçı hedeflediği balığa, ortam şartlarına ve alışkanlıklarına göre örgü, monoflament ya da florokarbon misina kullanabilir. İnce misina kullanmak atış mesafesini arttırdığı gibi mücadele esnasındaki heyecanı da katlar.

Henüz ülkemizde yaygınlaşmamış olan LRF yönteminin dünya genelinde bu kadar sevilmesinin bir çok sebebi var. LRF yöntemiyle hedeflenen balık türlerinin yanında bir çok farklı türde balık yakalamak da mümkün. İstavrit hedefiyle salladığımız cezbedici silikon kurdumuza neyin saldıracağını asla bilemeyiz. Bu tarz yemler civarda beslenen hemen her türlü balığın birinci hedefi olduğundan yemi neyin yutacağı sürprizdir. Hafif bir silikon zokasına takılmış, akıntıyla sürüklenen kırmızı bir kurdun, lüfer ve levrek gibi en üst düzey yırtıcılar dahil olmak üzere kandıramayacağı balık yoktur. Bu yemi özellikle gece avlarında dipte biraz oynattığımız taktirde iri bir kayabalığı ya da iskorpitin atlaması çok uzun sürmez. Dipte yaşayan, muhteşem renklere sahip en küçük balıkları bile ağızlarına uygun boylardaki sahte yemlerle kandırmak mümkündür. LRF yöntemi, ailemiz ve sevdiklerimizle keyifli zamanlar geçirmek için de bulunmaz bir nimettir. Özellikle çocuklar için iskele bacaklarına sarkıttıkları silikon kurtçuklarla yakaladıkları istavritler, ispariler, izmaritler, lapinler, hani balıkları, kiklalar, kayabalıkları, iskorpitler ve muhteşem renklerdeki bir çok balık türü bu tutkuya başlamaları için güzel bir fırsat olabilir.

Lüfer ve levrek hedefiyle uzunca bir yol katettiğinizi düşünün. Ya o gün civarda avlanan büyük yırtıcılar yoksa? Boş dönmektense yanınızda götürdüğünüz LRF takımı ve daha küçük sahte yemlerle şansınızı denemeye ne dersiniz? Son derece keyifsiz geçen av, yakaladığınız ispariler, karagözler ya da azman istavritlerle en keyifli avlarınızdan birine dönüşebilir. Belki de civarda avlanan levrekler o gün için sizin salladığınız büyük boy maket balıklar yerine daha küçük avların peşindedir. LRF takımınızın ucuna taktığınız silikon kurtunuza iri bir levreğin vurması işten bile değildir. İşte o zaman gerçek bir mücadele sizi bekliyor demektir. Çok hafif bir takım kullanarak iri bir levrekle mücadele etmenin keyfi bambaşkadır. Bütün balıkçılık yeteneklerimizi sergilemek için bundan daha güzel bir fırsat olamaz.

LRF yöntemi sayesinde sahte yemlerle yakalanamayacağını düşündüğümüz trofe boydaki bir çok balık türünü de yakalamak mümkündür. Baltabaş karagöz, çipura, eşkina, minakop ya da mırmır gibi bazı türler için geleneksel balıkçılık yöntemleri yemli takımdan başka bir yol olmadığını savunsa da LRF yöntemi bu türlerin avında da çok etkilidir. Doğru zamanda, doğru yerde denendiği taktirde bu balıklar silikon yemler, jigler ve hatta küçük boylardaki maket balıklarla bile avlanabilir.

Çok uygun fiyatlara mal edebileceğiniz bir LRF takımı hazırlayıp, bu takımla bir kaç deneme yaptıktan sonra balık tutmanın gerçek zevkine yeni vardığınızı anlayacaksınız. Sahte yemlerle denizde ve tatlı suda yaşayan her türlü balığı kandırabileceğinizi unutmayın. Olta başında beklemekten sıkıldıysanız ya da yemli oltalar dipte beklerken biraz hareket yapmak istiyorsanız bu yöntemi mutlaka denemelisiniz.

Sabrın Sonu Selamet

Her mesleğin normalden daha yoğun ve tempolu olduğu dönemler vardır. Bu dönemler bizim için hem fiziksel hem de zihinsel açıdan yorucu geçebilir. Yoğun dönemin başında aşırı yorgunluk hisseden bedenimiz zamanla bu tempoya alışır ve nihayet yoğunluk bittiğinde hem zihnimiz hem de bedenimiz dinlenmeye geçer. Sıradan insanlar için durum böyledir. Ama bu dönem lüfer mevsimiyle çakışırsa, lüfer aşığı bir balık tutkunu için tam bir işkenceye dönüşebilir. İşte ben de böyle bir dönemden geçtim. 30 ağustos akşamı Samsun’da yakaladığım sezonun ilk lüferlerinden sonra meslek hayatımda 2 eylülden 20 eylüle kadar sürecek olan çok yoğun ve yorucu bir döneme girdim. 3 hafta boyunca tek bir gün bile izin yapmadan uzun ve yorucu mesailer geçirdim. Bu süre zarfında olta atmak için ne sabah suyuna enerji ne de akşam suyuna vakit bulabildim.

Orta Karadeniz’de lüfer sezonunun en bereketli geçtiği günlerde olta atamamak ister istemez kafamı meşgul etse de bu durumun benim için işkenceye dönüşmesine izin vermedim. Sonuçta balık tutmak keyif işidir. Ne zaman ki bir tutku keyif olmaktan çıkıp kişiye zarar vermeye başlarsa, o zaman onun adına tutku değil, takıntı ya da hastalık denir. Balık tutma sevdasına işini gücünü aksatan, ailesini ihmal eden, sağlığını riske atan biri için bu tutku hastalığa dönüşmüş demektir. İçimizdeki balık tutma arzusu hiç bir zaman sönmeyecek olsa da en azından bazı dönemlerde bu arzuyu dizginleyebilmek gerekir. Benim de öğrencilik yıllarımda dönem dönem balık tutma sevdasına derslerimi ihmal ettiğim olmuştu. Rahmetli babam hep durumu zamanında fark edip müdahale etmiş, hatta bazı dönemler balık tutmamı tamamen yasaklamıştı. O zamanlar içimden babama kızardım. Sonradan farkına vardım ki, bugün gönlümce balık tutabiliyor olmamı babama borçluyum. Demek istediğim şu ki; hiç bir balığı gözümüzde fazla büyütüp takıntı haline dönüştürmemeliyiz. Bugün olmazsa yarın olur, yarın olmazsa gelecek sezon olur, lüfer olmazsa başka balık olur…

2 Eylülden sonra işime konsantre olup, denizde cirit atan lüferleri çok fazla düşünmemeye çalıştım. 20 Eylüle kadar geçen süre zarfında nadiren bulabildiğim fırsatlarda yakaladığım 9 lüfer ve 1 levrek tesellim oldu. Nihayet 20 Eylül cuma günü yoğun iş tempomun sona ermesiyle birlikte hafta sonunu lüfer peşinde koşarak geçirmeye karar verdim.

21 Eylül cumartesi sabahı 05:00’da çalan telefonumun alarmıyla uyanıp pencereden dışarı baktım. Akşam başlayan yağmur hala devam ediyordu. Hem yağmur hem de yoğun geçen haftanın vermiş olduğu yorgunluk tercihimi yataktan yana kullanmama sebep oldu. Sıcacık yatağıma girip uykuma kaldığım yerden devam ettim. Saat 09:30 gibi uyandığımda yağmur etkisini azaltmıştı. Uykumu da almış olmanın rahatlığıyla balık tutma isteğim yeniden canlandı. İçimde gün boyu yorulmadan at-çek yapabilecek bir enerji hissediyordum. Kahvaltımı yaptıktan sonra kendimi ancak öğlene kadar oyalayabildim. Sonunda dayanamayarak soluğu deniz kenarında aldım.

Saat 13:00’da meraya vardığımda yağmur çiselemeye devam ediyordu. Yağmurluğumu giyip takımlarımı hazırlamaya başladım. Genelde kıyıdan at-çek ile lüfer avının bereketli olduğu saatler sabah ve akşam saatleri olmasına rağmen bazen gün boyu güzel balık alındığı olur. Öyle bir güne denk gelmiş olmayı ve atar atmaz lüferin yapışmasını umut ederek 22 g’lık favori kaşığımla at-çek yapmaya başladım. Yarım saat kadar sıkılmadan at-çek yaptıktan sonra nihayet güzel bir balık yapıştı. Çinakop olamayacak kadar kuvvetli basıyordu. Çok uzakta vuran balığı boşluk vermeden çekip dışarı atmayı başardım. Tahmin ettiğim gibi güzel bir lüferdi. Öğlen saatleri olmasına rağmen yakaladığım lüferle ümitlenip vakit kaybetmeden at-çek yapmaya devam ettim. Uzun süre tek bir vuruş bile alamadan aralıklarla at-çek yaptım. Umudum akşam suyuna kalmıştı. Nihayet saat 17:30 gibi bir lüfer daha yapıştı. Günün ikinci lüferini de kovaya atmayı başardım. O dakikadan sonra kıyıya güzel bir sürü inmiş olacak ki peş peşe vuruşlar aldım. Uzun süredir güzel bir lüfer avının hayalini kurduğumdan yakaladığım balıklardan sonra zaman kaybetmemeye çalışarak atıp çekmeye devam ettim. 1 saatin sonunda kovamda 5 tane lüfer olmuştu. Kaçırdığım bir kaç lüfer ve saldığım çinakopları da düşürsek çok hareketli ve keyifli bir av geçirdim. Yoğun iş temposunun, olta atmadan geçen günlerin ve tüm sıkıntıların ardından benim için ilaç gibi av oldu.

22 Eylül sabahı uyanır uyanmaz pencereden sokak lambasının aydınlattığı caddeye baktım. Yerler kuru, ağaçların yaprakları kıpırtısızdı. Şehir sakin bir sonbahar sabahına hazırlanıyordu. İnsanların uyanıp hayatın temposuna karışmasından saatler önce uyanmamın tek bir sebebi vardı. Balık sevdası… İşte bu sevda yüzünden sıcacık yatağıma geri dönmek yerine çabucak elbiselerimi giyip çantamı hazırladığım gibi deniz kenarına koştum. Meraya vardığımda havada hiç bir aydınlanma emaresi yoktu. Gecenin karanlığında oltamın ucunda hazır bulunan klipsin ucuna taktığım beyaz renkli bir sahteyle at-çek yapmaya koyuldum. Havanın yavaş yavaş ağarmasıyla birlikte kıyının hemen dibinde oynaklar belirmeye başladı. Oynakların olduğu tarafa doğru kıyıya paralel salladığım sahte yemi kah düz çekerek kah yaralı balık aksiyonu yaptırarak avcı balıkları kandırmaya çalıştım. Bir kaç başarısız denemeden sonra tam sahte balığı sudan çıkaracağım sırada sağlam bir vuruş aldım. Hemen önümde ve tamamen yüzeyde vuran balığı makine kullanmaya bile gerek duymadan tek hamlede kaldırıp arkama attım. Sahte balığın bir kancası ağzına bir kancası da solungaç kapağına saplanan balığı çabucak kancalardan kurtarıp at-çek yapmaya devam ettim.

Yüzeyindeki hareketlilik yaklaşık 5 dakika sürdükten sonra deniz yine eski sakin ve hareketsiz haline büründü. Hava aydınlanıp berrak ve sığ suyun dibi görünür olmaya başlayınca oltamın ucundaki sahte balığı atış mesafesi bakımından daha üstün olan kaşıkla değiştirdim. Yaklaşık 70-80 metrelere gönderdiğim kaşığımla bir kaç atış sonra sağlam bir vuruş aldım. Çok uzakta vuran balığın suyun dışına vurmaması için kamışın ucunu olabildiğince suya sokup boşluk vermeden sarmaya başladım. Yarı yolda kıyıya doğru yüzmeye başlayan balık kıyıya 5 m kala yön değiştirip tekrar basmaya başladı. O esnada suyun dışına vurup müthiş bir hızla vücudunu silkeledi. Kancayı ağzından atacak diye yüreğim ağzıma gelse de lüferin en etkili kurtulma taktiği işe yaramamıştı. Balık hala kancanın ucundaydı. Makineyi bir kaç tur daha sarıp balığı arkama fırlattım. İkinci balıktan sonra yarım saat içinde 4 balık daha aldım. Her vuruşta lüfer diye sevindiysem de gelenlerin hepsi çinakoptu. Kaşığın üçlü kancasının tamamını yuttuğu için ölümcül yara alan bir tanesi hariç diğer çinakopları geri saldım. Son balıktan sonra bir süre daha olta sallayıp başka vuruş alamayınca avı sonlandırdım.

Saat 07:30 gibi döndüğüm sabah suyundan sonra evimde istirahate çekilip akşam suyu vaktinin gelmesini bekledim. Bir akşam önce yakaladığım 5 lüferden sonra akşam suyunda güzel balık yapacağına olan inancım artmıştı. Saat 16:30 gibi meraya vardığımda bir önceki akşam balıkların tamamını aldığım kaşıkla denemeye başladım. Her an balık vuracakmış gibi bütün dikkatimi oltaya vererek atıp çektim. Durduğum kayanın üzerinden farklı sektörlere doğru çok uzun atışlar gerçekleştirdim. Saat 17:30’a doğru heyecanım daha da arttı. “Ha vurdu, ha vuracak” diyerek atıp çekmeye devam ettim. 2 saat boyunca aralıksız atıp çektiğim halde tek bir vuruş bile alamadım.

Zaman ilerleyip havanın kararmaya başlamasıyla birlikte ümidim iyice azaldı. Saat 18:30 gibi avı sonlandırmadan önceki son atışlarımı yaparken kıyıya 3 m kala sağlam bir vuruş aldım. Bu vuruş diğerlerinden farklı bir vuruştu. At-çek yaparken lüfer vurduğunda olta ağırlaşır, levrek vurduğunda ise olta bir şeye takılmış gibi olduğu yerde mıhlanıp kalır. Bu sefer de kaşığı ısıran şey bir anlık makinemin kolunu durdurmuştu. Levrek olduğuna hiç şüphe yoktu. Lüfer olsa balığı tereddütsüz kaldırıp arkama atacağım halde bu defa sakin bir şekilde ağır ağır çekmeye başladım. Balık suyun yüzeyine çıkıp bir anlık kendisini gösterdikten sonra fişekleyip bir miktar kaloma aldı. Tahmin ettiğim kadar büyük bir balık olmasa da dikkatsiz davrandığım taktirde misinayı kayalara kestirip koparabileceğini biliyordum. Bir kaç kez fişekledikten sonra yorulan balığı gözüme kestirdiğim uygun bir yere yaklaştırıp elimle solunaçlarından kavrayarak dışarı aldım. Balık yakalayabileceğime dair ümitlerim tamamen tükenmişken gelen bu levrek avın kurtarıcısı oldu. Çocukluk yıllarımda yaşlı bir üstaddan duyduğum sözü hatırladım. “Denizle pazarlık olmaz”…

3 keyifli at-çek avı geçirdikten sonra haftasonu tatilimin sonuna geldim. Çoğu kişinin aksine benim pazartesi sendromum yoktur. Meslek aşkım ve mesleğimle doğrudan alakalı olan tutkum sayesinde her zaman işimden zevk almasını bildim. Haftasonu yeterince dinlenmiş olmanın verdiği rahatlıkla 23 Eylül pazartesi günü sabah suyunda da olta atacak enerjiyi kendimde buldum. 05:30 gibi hava henüz aydınlanmadan vardığım merada ilk olarak beyaz uzun yapılı bir sahteyle denemeye başladım. İlk 15 dakika kıpırtısız olan deniz yüzeyi havanın aydınlanmaya başlamasıyla birlikte karışmaya, sağımda, solumda, önümde, her tarafta küme küme oynaklar belirmeye başladı. Vücuduma yayılan adrenalinin etkisiyle kalp atışlarım hızlandı. Her yerde kaçışan küçük balıklar olduğundan sahte balığı rast gele sallayıp panik yapmış bir balık balık gibi aksiyon yaptırarak çekmeye başladım. Sahtem iki sefer oynakların arasından boş geçtikten sonra üçüncü atışta vuruş geldi. Çok yakında vuran lüferi zorlanmadan çekip kovaya attıktan sonra oltayı vakit kaybetmeden tekrar salladım. İlk balığı aldıktan bir kaç dakika sonra bir lüfer daha aldım. İkinci balıktan sonra oynaklar kayboldu. Sahte balıkla bir kaç boş atış gerçekleştirdikten sonra kaşığa dönme vaktimin geldiğini anladım. Sabahın ilk ışıklarıyla kıyıya baskın düzenleyen lüfer sürüsü belli ki açığa çekilmişti. 22 g’lık kaşığımı takınca atış mesafem 2.5 katına çıktı. 15 dk içinde 50 m’den daha uzak mesafelerde 5 vuruş daha aldım. Kaşıkla aldığım vuruşlardan yarı yolda kurtulan bir tanesi hariç 4 tanesini kovaya atmayı başardım. Avın sonunda kovamda 6 lüfer yatıyordu. Saat 7 gibi avı sonlandırıp temizlik ve mesai hazırlıklarımı yapmak üzere evimin yolunu tuttum.

Haftalar süren yoğun ve yorucu iş temposuyla boğuşurken çok nadir olta atabilmiş, başkalarının yaptığı avları sosyal paylaşım sitelerinden seyretmekle yetinmiştim. Bir gün olsun yaptığım işe isyan edip, başkalarının tutmuş olduğu balıkları kıskanmadım. Çünkü biliyordum ki herkesin içinde bulunduğu imkan ve şartlar farklı. O bugün tutar, sen yarın tutarsın. Ya da o sinarit tutar, sen lüfer tutarsın. Sabırla bekleyip sonunda mükafatımı aldım. Benden çok daha bereketli avlar yapanlar oldu. Olsun. Benim yaşadığım heyecan bana yeter. Ekim ayının başından itibaren lüfer yavaş yavaş batı Karadeniz’e sonra da boğaza kaymaya başlayacak. Bugün bizim tuttuğumuz lüferleri seyredenler yarın kendileri avlayacak. Lüfer Orta Karadeniz’den tamamen göçtüğünde ben de başka balıklara yöneleceğim. Şimdilik aklımda bir şeyler var. Bekleyip görelim…