Kategori arşivi: Levrek
Bahar Bereketi
Uzun, soğuk, yağmurlu, karlı Karadeniz kışının ardından baharın gelmesiyle birlikte içimi bir heyecan ve sevinç duygusu sardı. Samsun’a taşındığım 2011 senesinden beri her bahar benzer duygular yaşıyorum. Karadeniz’de, kış mevsiminde kıyıdan olta balıkçılığı için çok fazla alternatif yoktur. Çoğu zaman hava şartları denize açılmaya da müsaade etmez. Belli başlı balık türleri kısmen av vermeye devam etse de bu balıkların peşinden koşmak yorucu ve sabır gerektiren bir iştir. İşlerimin en yoğun olduğu döneme denk gelen 2014 kışında nadiren olta atma fırsatı bulabilmiş, kısacık zaman dilimleriyle sınırlı kalan avlarımda da Ocak başında sırtı yöntemiyle yakaladığım 2 iri levrek dışında çok kayda değer balıklar yakalayamamıştım. 1 Nisan’dan itibaren başladığım turna denemelerim de hüsranla sonuçlandı. Samsun’a bağlı Çarşamba ve Terme ilçelerinde bulunan daracık su kanalları ve ufacık göletlerde yaşam mücadelesi veren turnaların suya elektrik vermek, ağ sermek, gece ışık ve zıpkın kullanmak gibi her türlü yasal olmayan av vasıtası ile katledildiğini acı bir şekilde öğrendim. Bu sebeplerden dolayı da büyük uğraşlar sonucunda yakaladığım turnaların tamamı yavru balıklardan ibaret kaldı.
Red Gill
115 mm boyundaki Redgill marka silikonlarla 4 Ocak 2014 tarihinde Özkan abimle birlikte tekneden sırtı şeklinde gerçekleştirdiğimiz levrek avıyla güzel bir yeni yıl açılışı yapmıştık. İlk defa o gün deneme fırsatı bulduğum ve iki güzel levrek kandırmayı başardığım Redgill marka silikonların suyun içinde motor gibi çalışan kuyruk hareketine hayran kalmıştım. Aynı markanın yakın zamanda Türkiye’ye gelen 115 mm, 4 g kendinden ağırlıklı modelinden de bir paket edinme şansım oldu. Dün gece yüzdürdüğüm yemin baş aşağı dibe dalarken yaptığı hareket bile çok cezbedici. Bu kendinden ağırlıklı Redgill’lerin kıyıdan at-çek şeklinde kullanıldığında ve derin meralarda yukarı aşağı zıplatarak aksiyon verildiğinde başta deniz levreği olmak üzere bir çok balığın avında çok başarılı işler çıkartacağına eminim. Bu cumartesi sabahı planladığım kıyıdan at-çek avında da bu silikonlara bolca şans tanımayı düşünüyorum. Umarım yakında kendinden ağırlıklı modelleri de levreklerin ağzında fotoğraflayabilirim….
Gittim, Aldım, Döndüm.
Denizin çok karışık olmadığı zamanlarda çoğunlukla 8-9 santimlik su üstü sahteleri tercih ediyorum. Bugüne kadar bu alandaki favori sahtem ise River2Sea markasının Bubble Pen modeliydi. Modeliydi diyorum çünkü hem uzağa erimi, hem de yüzüş aksiyonu bakımından harika işler çıkaran bu sahteyi ne yazık ki River2Sea markası üretimden kaldırdı. Bayilerdeki stokların tükenmesiyle birlikte Bubble Pen’e alternatif olabilecek başka bir sahte arayışına girdim. Ve uzun arayışlarım nihayetinde Bubble Pen’in yokluğunu aratmayacak bir sahte buldum. Savagear markasının Top Prey isimli modeli atış eriminin Bubble Pen’e göre nispeten kısa olması dışında görünüş ve aksiyon olarak levrek avı için güzel bir alternatif sunuyor. Bu modelin özellikle sırtı siyah olanlarının levreğin başlıca yemlerinden ilaryaya benzemesi dikkat çekici. Sahte klasik su üstü WTD hareketinin yanında, biraz sert aksiyonla su seviyesinin hemen altına inerek kefallerin klasik yanlama görüntüsünü de taklit ediyor.
Savagear Top Prey kefal yavrusuna (ilarya) olan benzerliğiyle levrek avı için iddialı bir model. |
Bugüne kadar levrek avlarımda en yüksek verim aldığım River2Sea’nin Bubble Pen modelini artık piyasada bulmak çok zor. |
Nitekim Top Prey kendisine şans verdiğim ilk avda başarılı oldu ve güzel bir levreği karaya getirdi. Oltamdaki silikon yemi değiştirip su üstü sahteye geçeli henüz birkaç atış olmuştu. Silikon aksiyonundan WTD aksiyona geçerken ritmi tutturmaya çalışııyordum ki bir anda oltanın ucunda ardı ardına kafa darbeleri patladı. Sağlam bir tasma koyarak iğneyi levreğin sert ağzına oturtmaya çalıştım. Balığın ilk ve son direncini karşıladıktan sonra kolaylıkla kıyıya aldım.
Savagear Top Prey ilk avında görevini başarıyla tamamladı. |
Levrek çok atletik bir balık olmayabilir. Ancak yeterli dikkat gösterilmezse orta ebattaki bireyleri dahi rahatlıkla bu ikili mücadelede kazanan taraf olabilir. Levrek tutarken dikkat edilmesi gereken balığın ilk yakalandığı andaki direnci, ve kıyıyı gördüğü andaki mücadelesidir. Levreğin bu saltolarını kazasız belasız atlatırsanız çok büyük ihtimalle balığı kıyıya almışsınız demektir.
İlk günün levreği. 1.200 gram |
Sabahki dingin hava öğleden sonra yerini keşişlemeye bıraktı. Biz de bunun üzerine akşam suyuna keşişlemeyi tam karşıdan alan bir bölgeye gittik. Denizin çalkantısı levreğin avlanması için çok müsaitti ancak civarda iskele yapımı için çalışan platformun çıkardığı sesler balığı ürkütmüş olacak ki elimiz boş döndük. Akşam balıkçıda güzel bir sofra eşliğinde balığımızı pişirttirerek günün yorgunluğunun keyfini çıkardık.
Yorucu bir av gününün sonunda kendi tuttuğunuz balığı arkadaşlarınızla yemenin keyfi başkadır. |
Onca yorgunluğuma rağmen ertesi sabah alarma ihtiyaç duymadan uyanabilmiştim. Evden çıkarken rüzgarın gücünü iyice artırmış olduğunu hissettim. Aklımda yine dünkü balığı aldığım yere gitmek vardı ancak bu bölge keşişlemeyi tam karadan aldığı için biraz tereddüt ediyordum. Yine de şansımı bu bölgede denemeye karar verdim. Avlağa vardığımda keşişlemenin güney bileşeninin kuvvetlendiğini, bunun da kıyıya ufak da olsa dalga taşıdığını gördüm. Bu çalkantı balığın avlanma güdüsünü kamçılamak için yeterliydi. Sabahın ilk ışıklarıyla beraber ilk balığımla da mücadelem başlamıştı. Balık güzel dirense de, yeni değiştirmiş olduğum ipe güveniyordum. Kıyıya paralel yüzen balığı dalgalardan da faydalanarak sorunsuz bir şekilde kuma yatırdım. Balık dünküyle hemen hemen aynı ebatta 1 kilo 300 gramlık bir levrekti.
İkinci günün yakışıklısı… 1.300 gram… |
Yarım saat sonra bir vuruş daha aldım. Mücadele bu sefer biraz daha zayıftı. Balığı tam dalgaların arasından görecek iken olta boşaldı. İstemiş olduğum balığı yakalamış olmanın verdiği rahatlık ile hiçbir şey yokmuş gibi kaldığım yerden at-çek’e devam ettim. Yaklaşık iki saat daha devam eden denemelerimde hiçbir şey alamadım.
Bir beyaz yakalı çalışan olarak bana ayrılan iki günlük sürenin yine çabucak sonuna gelmiştim. Eskiden İstanbul’a dönüşlerimde Boğaz’da lüfer, sarıkanat avlarını düşleyerek küçük de olsa bir teselli bulurdum. Ancak son yıllarda İstanbul’a dönmek için hiçbir neden bulamıyorum. Umarım hayatımın çok geç olmayan bir evresinde huzurla balık tutabileceğim bir şehre, kasabaya ve köye yerleşir de bu şehrin kaosundan kurtulurum. Maalesef o zamana kadar ancak haftasonlarında hasret gidermeye mahkumum.
Geçmiş Avlardan: İlk Levrek
Neye Niyet Neye Kısmet -3
Balığa çıkarken yanımıza alacağımız malzemelerin seçimi çok önemlidir. Hedefte belli başlı bir ya da bir kaç balık türü olsa da her ihtimale karşı tedarikli olmak gerekir. Yanımızda götüreceğimiz fazladan bir kaç parça malzeme yükümüzü arttırabilir, çoğu zaman av boyunca hiç kullanılmaz. Ama öyle bir an gelir ki, işte o fazladan taşıdığımız malzemeler hayatımızın en değerli avını yaşamamıza vesile olabilir. Bu konuda geçmişte yaşadığım bazı acı tecrübelerden dersimi aldım. Yıllardır balığa giderken yanıma içinde her türlü takımın bulunduğu bir çanta ve kepçe almaya özen gösteriyorum. İyi kötü ayağımı yerden kesecek bir arabam var çok şükür. Bugünlerde balığa giderken çok zorlanmıyorum. Ama arabamın olmadığı öğrencilik yıllarımda taşımakta zorlandığım onca malzemeyle kilometrelerce yürüdüğümü bilirim. 2009 Eylülünde yaşadığım bu av da iki elim dolu halde uzunca bir yolu yürümek zorunda kalışımın mükafatını aldığım avlardan biriydi.
Güzel bir Ramazan gecesinde saat gece yarısına yaklaşırken uyku tutmadı. Nicedir benimle balığa çıkmak isteyen sevgili dostum Emre Aydın’la birlikte yakındaki bir liman içinde olta atmaya karar verdik. Amacım denizin pürüzsüz olduğu gecelerde liman ışıklarının aydınlattığı su yüzeyinde dolaştığını bildiğim kefallere çarpma atmaktı. Yanıma bir kamış ve bir kaç yedek çarpma almam yeterli olacağı halde yine bir sürü malzemeyi yüklenip meranın yolunu tuttuk. Meraya vardığımızda kefaller yine yerlerindeydi. Rıhtım boyunca dolaşarak uygun pozisyondaki kefallerin hareketlerini hesaplayıp biraz önlerine ve ilerilerine attığım çarpmayı doğru zamanlamayla çekmek suretiyle herhangi bir yerlerine taktırmaya çalıştım. Açıkçası çocukluğumdan beri uyguladığım beceri isteyen bu işte ustaydım. Kısa süre içinde yarım kilonun üzerinde 4 kefal çarptıktan sonra son bir kefal daha çarpıp avı sonlandırmaya karar verdim. Çok geçmeden çarptığım 5. kefali hemen suyun dışına almak yerine eğlenmek için biraz suyun içinde gezmesine izin verdim. Oltanın ucundan kurtulmak için çeşitli manevralar yapan balığı seyrederken aniden koca bir levreğin saldırısına uğradı. Levrek önce oltanın ucundaki yarım kilo civarı balığın kafasından ısırdı. Kafasından ısırdığı balığı yutamayacağını anlayınca bırakıp seri bir hareketle kuyruğundan ısırmaya çalıştı. Yine başarılı olamayınca kaçmasına engel olduğum balığı bir kaç saniye izledikten sonra ağır ağır uzaklaştı.
Şok olmuştum. Hayatımda ilk defa oltamın ucundaki balığa bu büyüklükte bir levrek saldırıyordu. Üstelik balık yutabileceğinden çok büyük olduğu halde ısrarla denemeye devam etmişti. Oltanın ucundaki kefalin kurtulmak için yaptığı manevraların cazibesine kapılmış olmalıydı. Yaralı balıkların avcı balıkları nasıl cezbettiğine bir kez daha şahit olmuştum. O an ilk aklıma gelen canlı bir balığı şeytan oltasına takıp atmak oldu. Ama kovamda uygun boyda bir balık yoktu ve yemim olmadığı için yakalamam zaman alırdı. Bir kaç saniye düşündükten sonra yanımda getirdiğim çantamın içindeki maket balıklarla denemeye karar verdim. Çantamın içindeki maket balıkların arasından seçtiğim 12 cm’lik ilaryaya benzeyen bir tanesini oltamın ucuna takıp vakit kaybetmeden salladım. İlk iki atışımda maket balık önüme gelene kadar vuruş ya da takip alamadım. Üçüncü atışımda da her an balık vuracakmış gibi heyecanla çektiğim maket balığım görüş mesafeme gelene kadar hiç bir hareket olmadı. Önüme kadar gelen maket balığı tekrar sallamak için sudan kaldırmaya hazırlandığım esnada koca bir levrek dipten fırlayıp maket balığımı yuttu.
Yakalanmanın şokuyla bir anlık olduğu yerde kalan balık şoku atlatır atlatmaz açığa doğru fişekleyip gözden kayboldu. Aman Allah’ım bu nasıl bir kaloma alma! Yaklaşık bir dakika boyunca makinemin kaloması hiç susmadı. Heyecandan dizlerimin zangır zangır titrediğini hatırlıyorum. İlk fişeklemede makinemden 100 metreye yakın misina boşaltan balık yorulma emareleri gösterince sarmaya başladım. 5 dakikaya yakın süren mücadelenin sonunda rıhtım duvarının dibine yaklaştırdığım balığı Emre’nin yardımıyla kepçelemeyi başardık. İkimizde mutluluktan havalarda uçuyorduk. Hiç aklımızda yokken ani bir kararla çıktığımız avda trofe bir levrek yakalamıştık. Bir kaç dakika önce oltamızın ucundaki kefale saldıranla aynı boydaki levreğin ağzındaki maket balığı bile çıkartmadan fotoğraf çektirme işine koyulduk.
Yakaladığımız levrekten sonra yarım saat daha at-çek yapıp vuruş alamayınca avı sonlandırdık. Emre’yle avdan döndükten sonra sahur vaktine kadar biraz zaman geçirdik. Sabahın 4’ü gibi sahur yemeğimizi yedikten sonra aklımız yine balıklara gitti. Ertesi günün tatil olmasını fırsat bilip uyumak yerine kendimizi tekrar limana attık. Bir kaç saat önce levreği yakaladığımız yerden başlayarak liman mendireğinin ucuna kadar at-çek yaparak yürüdük. Sabah ezanı okunduktan sonra geceyi liman içinde avlanarak geçiren levreklerin limandan çıkış yapacağını düşündüğüm için mendirek burnunda denemeye devam ettim. Emre’ye sohbet ederek at-çek yapmaya devam ederken kıyıdan 20 m kadar açıkta sağlam bir vuruş daha aldım. Kamışımın ucu yine yay gibi eğilip makinemden misina boşalmaya başladı. Bu defaki balık da en az ilk balık kadar sağlam asılıyordu. Oltamın ucundaki gecenin ikinci trofe levreğiyle mücadele ederken sanki her zaman yaşadığım bir durummuş gibi telaşsız ve rahattım. Kah fişekleyip kah teslim olan balıkla sakin bir şekilde mücadele edip Emre’nin elindeki kepçenin içine sokmayı başardım.
Senelerdir kim bilir kaç gece balıkta sabahladık, kaç günümüz at-çek yapmakla geçti? Onca hazırlık yapıp trofe balık hayaliyle başladığımız avların çoğunda beklediğimizi bulamadık, boş döndük. Bazen de hiç hesapta yokken trofe balıklar tuttuk, kovalarımızı doldurduk. İşte böyle acayip bir tutku bu. Hesaplar her zaman tutmuyor. Bazen sadece nasibinde olanı tutuyor insan…
2014 Açılışı
…
Avlağa henüz hava aydınlanmadan, saat 6’ya yaklaşırken gelmiştik. Deniz de, hava da hareketsizdi. Günün ilk ışıklarıyla ortaya çıkan sisle kaplı manzara denizden ziyade gölde avlandığımız hissini veriyordu. Levrek için tüm şartlar olumsuz gibi görünse de, iki gün önce yağan yağmurdan dolayı denizin halen bulanık olması bizi ümitlendiriyordu. Arkadaşımla avlağın iki ayrı köşesine gittik. Ben dere ağzının daha çamurumsu bulanıklığında avlanmayı tercih ederken, o kayalık kısımdaki nispeten daha berrak suda çalışmaya başladı.
Bir saate yaklaşan sürenin sonunda benim bulunduğum bölgede hiçbir aksiyon olmamıştı. Uzaktan av arkadaşımı da takip ediyor, aynı durumun onun için de geçerli olduğunu görebiliyordum. Takım çantamdaki su üstü, dalarlı, batarlı, yandan çarklı ne kadar sert sahte varsa hepsini denedikten sonra pes edip malzemelerimi topladım ve arkadaşımın avlandığı iskeleye gittim. Avlağa tek arabayla gelmiştik. Beraber dönmek için onun da avı noktalamasını bekliyordum. Kafamda avı bitirmiştim ancak oyalanmak için çantamda hemen hiç kullanmadığım silikon yemleri deniyordum. Rastgele seçtiğim, kuyruğu, kafası gözü olmayan, balık mı, kurt taklidi mi olduğunu anlamadığım, pek şekilsiz bir silikonu jighead ile birleştirip denize gönderdim. Bir yandan silikona kafama göre aksiyonlar verirken, bir yandan da arkadaşımla çeşitli sahtelerin verimliliği üzerine konuşuyorduk. “Bugüne kadar hiç silikonla levrek alama…” cümlemi tamamlamaya fırsat kalmadan olta bir anda olduğu yere zımbalandı, hemen ardından da bilindik kafa darbeleri gelmeye başladı. Şaşkınlıktan sadece “Abi, balık…” diyebilmiştim. Zamanlama karşısında ikimiz de serseme dönmüştük. Bu yakaladığım ilk levrek değildi, pek büyük olmadığını da sezebiliyordum. Daha önce silikonla levrek almamış olmam da durumu ilginç kılmıyordu. Ancak hem umudumuzun tükendiği, hem de tam isminin geçtiği bir anda gelmesi nedeniyle oldukça heyecanlanmıştım. Balığı yakalamıştım ancak ufak bir sorunum vardı. Avlanmakta olduğumuz, denize “T” şeklinde uzanan iskelenin uç kısmında üzerinde yürünecek tahtalar yoktu. Bu yüzden biraz ters bir noktadan atışlarımı yapıyor ve ona göre oltamı çekiyordum. Balık oltaya bindiği gibi kendini iskelenin tahtası olmayan, dolayısıyla ulaşamadığımız kısmındaki ayaklara sürdü. Ben balığın kafasını çevirmeye çalışırken balık kendini iskelenin ayağına dolamıştı bile. Balık tahmin ettiğim gibi kilonun biraz altında bir levrekti. Normal şartlarda kaçsa çok da üzüleceğim bir balık değildi. Ancak bu avın bir hikayesi vardı ve o hikaye mutlu sonla bitmeliydi. Av arkadaşım kepçenin sapıyla balığa uzanmaya çalıştı. Balığa ulaşamamıştı ancak balık ürküp dolandığının ters yönüne gitmeye başlamıştı. Ayağın etrafında iki tur attıktan sonra balık boşa çıkmıştı. Ondan sonrasını getirmek de zor olmadı.
…
Yazının başlığında belirttiğim 2014 açılışını ise bir gün önce yaptım. Yine balık boylarının tatminkar olmadığı, ancak takiplerin ve vuruşların sıklığından dolayı oldukça keyifli bir avdı. Kıyıya aldığım iki balıktan ufak olanı denize iade ettim.
2013’ün de açılışını levrekler ile yapmıştım ancak devamını aynı güzellikte getirememiştim. 2014’ün hepimize unutulmayacak avlar ve anılar armağan etmesini dilerim.
Doğal Çiftlik Levrekleri…
2013 Eylül ayında da geçtiğimiz sene olduğu gibi kıyıdan at-çek yöntemiyle Samsun’da keyifli lüfer avları yapma fırsatı buldum. Geçtiğimiz sene yaptığım at-çek avlarının çoğunda yakaladığım lüferlerin yanında çokça çinakop ve sarıkanat da olurdu. Geçen seneden farklı olarak bu sene kıyıdan yakaladığım lüferlerin sayısında artış, çinakop ve sarıkanatların sayısında ise düşüş yaşandı. Böylesi daha iyi oldu doğrusu. Ekim ayının gelmesiyle birlikte ise kıyıdan yakaladığım lüfer miktarı azaldı. Balığın yoğun olduğu dönemlerde her avda 5-6 lüferi kandırırken, Ekim ayının başlarında gittiğim avlardan ya tek lüferle ya da boş kovayla dönmeye başladım. Lüferin yokluğunda oyalanacak sarıkanat da olmayınca, her sabah 05:00’da yataktan kalkmamı sağlayan şevk ve heyecanımı kaybettim. Çok şükür ki bu dönemde yaptığım sabah avlarında oltama takılan birkaç lüfer ve 1.5 kg’lik bir levrek ile teselli buldum.
Kıyıdan at-çek ile lüfer avı keyif vermemeye başlayınca başka balıkların arayışı içine girdim. Aklıma ilk olarak avcılığından ve yemesinden en çok keyif aldığım balık olan tatlısu levreği geldi. Geçtiğimiz senelerde 20-40 g’lık jiglerle trofe boylarda tatlısu levrekleri yakaladığım, Amasya il sınırları içinde bulunan bir baraj gölünde denemeyi düşündüm. Bu göl ile evimin arasındaki mesafe 100 km. Tatlısu levreği avcılığını çok sevdiğim için daha önce bu yolu defalarca kere gitmiştim. Ama onca yolu tek başıma gidip, yalnız av yapmak istemediğim için av arkadaşı aramaya başladım. Teklifimi ilk olarak Özkan abiye yapmaya karar verdim. Özkan abiyi telefonla aradığımda daha teklifimi yapmaya fırsat bile bulamadan heyecanlı bir şekilde anlatmaya başladı: “Savaş, Yakakent’ten geliyoruz. Ben hayatımda böyle bir şey görmedim. Çapariyle levreği boğduk. Her atışta en az üçlü levrek çektik. Altılı çektiğimiz bile oldu. Balık tutmaktan yorulup avı bıraktık. Biz dönerken hala balık vuruyordu.” Özkan abi nefes almadan anlatırken ben de bulduğum boşluklarda aklıma gelen bütün soruları sormaya çalışıyordum: ” Tam olarak nerede aldınız balıkları? Balıklar açıkta mı vurdu, kıyı da mı? Balıkların boyları yaklaşık ne kadar? Nasıl bir çapari kullandınız?
Özkan abinin balıkları yakaladığı yer, Yakakent’te kıyıdan 1 mil mesafede bulunan levrek çiftliklerinin tam karşısına denk gelen kıyı şeridiydi. Balık boylarının standart ve porsiyonluk olmasına bakılırsa yakın zamanda çiftlik patlamış olma olasılığı yüksekti. Anlatılanlar doğruysa bu avın avcılık yönünden pek bir değeri yoktu. Hiç bir doğa tecrübesi ve avlanma yeteneği olmayan çiftlik kaçkını levrekleri çapariyle üçer beşer yakalamanın övünülecek bir yanı da yoktu. Ama ne olursa olsun, insanın ömründe belki de bir defa meydana gelebilecek böyle bir olayı tecrübe etme isteğim Amasya’da tutacağım trofe tatlısu levreği hayallerimin önüne geçti. Özkan abiyle ertesi sabah da aynı yerde olta atmak üzere sözleştik.
Ertesi sabah 04:30’da Özkan abi ve benim gibi Özkan abinin anlattıklarının heyecanına kapılan Temel abi ile buluşup Yakakent’e doğru yola koyulduk. Yakakent’e varmadan yol üzerinde açık bulduğumuz, sabah namazı için uyanmış olan bir hacı amcanın dükkanında bayat simit, peynir, zeytin ve çaydan oluşan kahvaltımızı yaptıktan sonra yola devam ettik. Hava aydınlanmak üzereyken vardığımız merada öncelikle lüfer ve iri levrek umuduyla, çeşitli sahte yemler ve kaşıklarla at-çek yaptığımız halde 3 kişi yarım saat içinde sadece 2 sarıkanat yakalayabildik. Lüfer ve iri levrekten beklediğimizi bulamayınca levrek çaparisi yapacağımız meraya geçip takımlarımızı hazırlamaya başladık. Özkan abi ve Temel abi hazır çaparilerini açarken ben de hazırda bulunan 0.28 mm’lik çapari kösteklerini 0.30 mm’lik beden misinası üzerine dizmeye başladım. Beden üzerine 4. kösteği bağladığım sırada meraya bizden önce gelen balıkçılardan birinin sudan zorlana zorlana bir şeyler çıkarmaya çalıştığını fark ettim. Başımı uğraştığım işten kaldırıp baktığımda yanımdaki balıkçının iki büklüm olmuş kamışının ucundaki 8 levreği görünce şaşkınlıktan ne yapacağımı bilemedim. Ağırlıkları 300-600 g arasında değişen 8 levreğin çaparinin ucunda salkım gibi dizildiğini görünce heyecandan diğer köstekleri bağlamayı bırakıp acele bir şekilde hazırladığım takımı denize salladım. 25 m kadar salladığım çapariyi hiç aksiyon yaptırmadan ağır ağır sarmaya başladım. Takım 10 m önümdeki kayaların bitti sığlık alana geldiğinde ağırlaştı. Makinenin kolunu bir kaç tur bile çeviremeden oltanın ucundaki ağırlık ve patırtı iyice artınca daha fazla saramaz oldum. Takımı çok sığ ve kayalık olan dibe taktırmamak için kamışın ucunu yukarı kaldırıp ardından aşağı indirirken misinanın boşunu alarak çekmeye başladım. Biraz çektikten sonra her biri bir tarafa yüzmeye çalışan 4 levreği suyun yüzeyinde gördüm. Aynı taktikle çekmeye devam ederek önüme kadar gelen levrekleri kamışımın ucu iki büklüm olmuş şekilde kaldırıp dışarı aldım. Oltamın ucundaki tüm kancalar dolmuştu. Önümüzde gerçekten çok kalabalık bir sürü olmalıydı. Porsiyonluk boydaki levrekleri kovaya atıp bu büyük olayın tadını çıkartmak için vakit kaybetmeden oltamı tekrar salladım.
Özkan abi, Temel abi ve ben peşimiz sıra çaparilerimizin kancaları salkım saçak dolu halde levrek çektik. Levrekler istavrit gibi çapariye doluyordu. Bunca yıllık balıkçılık hayatımda daha önce böyle bir şeyi ne görmüş ne de duymuştum. Limit üstü olmasına rağmen oltamıza vuran balıklardan çoğunu geri salıp sadece en irilerini alıkoyuyorduk. Bu hareketimizle meradaki bazı balıkçılara örnek olduysak da bazıları ayırt etmeksizin oltalarına vuran tüm balıkları kovaya doldurmaya devam etti. Bölgenin yerli balıkçılarının anlattığına göre birkaç gün önceki fırtınada açıktaki levrek havuzlarından 2 tanesi patladığı için binlerce balık denize kaçmıştı. Bazı balıkçılar denize kum serpiştirip yemleme taklidi yaparak çiftlik kaçkını levrekleri toplamaya çalıştı. Gün boyu aralıklarla balık devam etti. Kayalık boyunca sıralanmış olan balıkçıların yakaladığı balıklara göre sürünün nerede olduğunu kolaylıkla anlayabiliyorduk. Saatler ilerledikçe balıkçıların kovaları tıka basa doldu. Kiminin yedek kovası vardı, kimi kovadan taşan balıkları poşetlere doldurdu, kimi yerlere attı, kimi de balıkları solungaç ve ağızlarından geçirdiği ağaç dallarına dizdi.
Bir müddet çapariyle levrek yakalamanın zevkini aldıktan sonra daha eğlenceli olduğunu düşündüğüm yöntemlerle denemeye karar verdim. Yanımda getirdiğim LRF takımımın ucuna taktığım çok hafif jigler ve silikon yemlerle denemeler yaptım. Bu avda daha önce deneme şansı bulamadığım LRF sahtelerimin bir çoğunu çalıştırma ve 3-12 g atarlı çok esnek bir kamış kullanarak yarım kiloluk levreklerle mücadele etme fırsatı da buldum.
Ava devam ederken, böyle bir avın tarihi bir değere sahip olduğu ve mutlaka fotoğraflamam gerektiği düşüncesine kapılıp avın başında çektiğimiz salkım saçak levreklerin fotoğrafını çekmediğim için pişmanlık duydum. Neyse ki av tüm hızıyla devam ediyordu. Sürünün geldiği bir ara Özkan abinin çaparisi tekrar balıkla doldu. Spin kamışının ucu şekilden şekile girerken tulum giyiyor olmasının avantajıyla dalgalara aldırış etmeden denize girdi. Aynı anda Temel abinin de çaparisi balıkla dolduğu halde olta atmak yerine fotoğraf çekme işine koyuldum. Özkan abinin dalgaların arasında mücadele edişini, çaparisini dolduran 6 levreği denizden çıkarmaya çalışırken düştüğü halleri ve Temel abinin oltasının ucundaki 7 levreği dışarı almasına yardım edişini kare kare fotoğraflayarak nadir gerçekleşen bu avın en özel anlarını ölümsüzleştirdim.
Her biri farklı yana yüzmeye çalışan 7 levreği dışarı almak gerçekten fiziki kondisyon gerektiren bir iş. Gün boyu çaparilerimizi dolduran levreklerle mücadele etmekten hepimiz perişan olduk. Zarar vermeden kancadan çıkardıktan sonra denize attığımız balıkların jilet gibi keskin yanak ve yüzgeçlerine maruz kalan ellerimiz kan revan içinde kaldı. Yakaladığımız onlarca levreğin arasından seçtiğimiz en iri balıklarla limitler dahilinde kovalarımızı doldurup erken saatte avı sonlandırdık. Böyle bir ava daha önce şahit olanınız var mı bilmem ama ben ve arkadaşlarım daha önce ne görmüş ne de duymuştuk. Avcılık açısından çok fazla bir değeri olmasa da bizim için yıllar sonra bile konuşacağımız farklı bir tecrübe oldu. Sonraki günlerde hiç birimiz çapariyle çiftlik kaçkını levrek peşinde koşmadık. Kim bilir belki yıllar sonra doğada hayatta kalmayı başaran birkaç tanesiyle tekrar karşılaşırız. O gün geldiğinde iyi olan kazansın…
Sabrın Sonu Selamet
Orta Karadeniz’de lüfer sezonunun en bereketli geçtiği günlerde olta atamamak ister istemez kafamı meşgul etse de bu durumun benim için işkenceye dönüşmesine izin vermedim. Sonuçta balık tutmak keyif işidir. Ne zaman ki bir tutku keyif olmaktan çıkıp kişiye zarar vermeye başlarsa, o zaman onun adına tutku değil, takıntı ya da hastalık denir. Balık tutma sevdasına işini gücünü aksatan, ailesini ihmal eden, sağlığını riske atan biri için bu tutku hastalığa dönüşmüş demektir. İçimizdeki balık tutma arzusu hiç bir zaman sönmeyecek olsa da en azından bazı dönemlerde bu arzuyu dizginleyebilmek gerekir. Benim de öğrencilik yıllarımda dönem dönem balık tutma sevdasına derslerimi ihmal ettiğim olmuştu. Rahmetli babam hep durumu zamanında fark edip müdahale etmiş, hatta bazı dönemler balık tutmamı tamamen yasaklamıştı. O zamanlar içimden babama kızardım. Sonradan farkına vardım ki, bugün gönlümce balık tutabiliyor olmamı babama borçluyum. Demek istediğim şu ki; hiç bir balığı gözümüzde fazla büyütüp takıntı haline dönüştürmemeliyiz. Bugün olmazsa yarın olur, yarın olmazsa gelecek sezon olur, lüfer olmazsa başka balık olur…
2 Eylülden sonra işime konsantre olup, denizde cirit atan lüferleri çok fazla düşünmemeye çalıştım. 20 Eylüle kadar geçen süre zarfında nadiren bulabildiğim fırsatlarda yakaladığım 9 lüfer ve 1 levrek tesellim oldu. Nihayet 20 Eylül cuma günü yoğun iş tempomun sona ermesiyle birlikte hafta sonunu lüfer peşinde koşarak geçirmeye karar verdim.
21 Eylül cumartesi sabahı 05:00’da çalan telefonumun alarmıyla uyanıp pencereden dışarı baktım. Akşam başlayan yağmur hala devam ediyordu. Hem yağmur hem de yoğun geçen haftanın vermiş olduğu yorgunluk tercihimi yataktan yana kullanmama sebep oldu. Sıcacık yatağıma girip uykuma kaldığım yerden devam ettim. Saat 09:30 gibi uyandığımda yağmur etkisini azaltmıştı. Uykumu da almış olmanın rahatlığıyla balık tutma isteğim yeniden canlandı. İçimde gün boyu yorulmadan at-çek yapabilecek bir enerji hissediyordum. Kahvaltımı yaptıktan sonra kendimi ancak öğlene kadar oyalayabildim. Sonunda dayanamayarak soluğu deniz kenarında aldım.
Saat 13:00’da meraya vardığımda yağmur çiselemeye devam ediyordu. Yağmurluğumu giyip takımlarımı hazırlamaya başladım. Genelde kıyıdan at-çek ile lüfer avının bereketli olduğu saatler sabah ve akşam saatleri olmasına rağmen bazen gün boyu güzel balık alındığı olur. Öyle bir güne denk gelmiş olmayı ve atar atmaz lüferin yapışmasını umut ederek 22 g’lık favori kaşığımla at-çek yapmaya başladım. Yarım saat kadar sıkılmadan at-çek yaptıktan sonra nihayet güzel bir balık yapıştı. Çinakop olamayacak kadar kuvvetli basıyordu. Çok uzakta vuran balığı boşluk vermeden çekip dışarı atmayı başardım. Tahmin ettiğim gibi güzel bir lüferdi. Öğlen saatleri olmasına rağmen yakaladığım lüferle ümitlenip vakit kaybetmeden at-çek yapmaya devam ettim. Uzun süre tek bir vuruş bile alamadan aralıklarla at-çek yaptım. Umudum akşam suyuna kalmıştı. Nihayet saat 17:30 gibi bir lüfer daha yapıştı. Günün ikinci lüferini de kovaya atmayı başardım. O dakikadan sonra kıyıya güzel bir sürü inmiş olacak ki peş peşe vuruşlar aldım. Uzun süredir güzel bir lüfer avının hayalini kurduğumdan yakaladığım balıklardan sonra zaman kaybetmemeye çalışarak atıp çekmeye devam ettim. 1 saatin sonunda kovamda 5 tane lüfer olmuştu. Kaçırdığım bir kaç lüfer ve saldığım çinakopları da düşürsek çok hareketli ve keyifli bir av geçirdim. Yoğun iş temposunun, olta atmadan geçen günlerin ve tüm sıkıntıların ardından benim için ilaç gibi av oldu.
22 Eylül sabahı uyanır uyanmaz pencereden sokak lambasının aydınlattığı caddeye baktım. Yerler kuru, ağaçların yaprakları kıpırtısızdı. Şehir sakin bir sonbahar sabahına hazırlanıyordu. İnsanların uyanıp hayatın temposuna karışmasından saatler önce uyanmamın tek bir sebebi vardı. Balık sevdası… İşte bu sevda yüzünden sıcacık yatağıma geri dönmek yerine çabucak elbiselerimi giyip çantamı hazırladığım gibi deniz kenarına koştum. Meraya vardığımda havada hiç bir aydınlanma emaresi yoktu. Gecenin karanlığında oltamın ucunda hazır bulunan klipsin ucuna taktığım beyaz renkli bir sahteyle at-çek yapmaya koyuldum. Havanın yavaş yavaş ağarmasıyla birlikte kıyının hemen dibinde oynaklar belirmeye başladı. Oynakların olduğu tarafa doğru kıyıya paralel salladığım sahte yemi kah düz çekerek kah yaralı balık aksiyonu yaptırarak avcı balıkları kandırmaya çalıştım. Bir kaç başarısız denemeden sonra tam sahte balığı sudan çıkaracağım sırada sağlam bir vuruş aldım. Hemen önümde ve tamamen yüzeyde vuran balığı makine kullanmaya bile gerek duymadan tek hamlede kaldırıp arkama attım. Sahte balığın bir kancası ağzına bir kancası da solungaç kapağına saplanan balığı çabucak kancalardan kurtarıp at-çek yapmaya devam ettim.
Yüzeyindeki hareketlilik yaklaşık 5 dakika sürdükten sonra deniz yine eski sakin ve hareketsiz haline büründü. Hava aydınlanıp berrak ve sığ suyun dibi görünür olmaya başlayınca oltamın ucundaki sahte balığı atış mesafesi bakımından daha üstün olan kaşıkla değiştirdim. Yaklaşık 70-80 metrelere gönderdiğim kaşığımla bir kaç atış sonra sağlam bir vuruş aldım. Çok uzakta vuran balığın suyun dışına vurmaması için kamışın ucunu olabildiğince suya sokup boşluk vermeden sarmaya başladım. Yarı yolda kıyıya doğru yüzmeye başlayan balık kıyıya 5 m kala yön değiştirip tekrar basmaya başladı. O esnada suyun dışına vurup müthiş bir hızla vücudunu silkeledi. Kancayı ağzından atacak diye yüreğim ağzıma gelse de lüferin en etkili kurtulma taktiği işe yaramamıştı. Balık hala kancanın ucundaydı. Makineyi bir kaç tur daha sarıp balığı arkama fırlattım. İkinci balıktan sonra yarım saat içinde 4 balık daha aldım. Her vuruşta lüfer diye sevindiysem de gelenlerin hepsi çinakoptu. Kaşığın üçlü kancasının tamamını yuttuğu için ölümcül yara alan bir tanesi hariç diğer çinakopları geri saldım. Son balıktan sonra bir süre daha olta sallayıp başka vuruş alamayınca avı sonlandırdım.
Saat 07:30 gibi döndüğüm sabah suyundan sonra evimde istirahate çekilip akşam suyu vaktinin gelmesini bekledim. Bir akşam önce yakaladığım 5 lüferden sonra akşam suyunda güzel balık yapacağına olan inancım artmıştı. Saat 16:30 gibi meraya vardığımda bir önceki akşam balıkların tamamını aldığım kaşıkla denemeye başladım. Her an balık vuracakmış gibi bütün dikkatimi oltaya vererek atıp çektim. Durduğum kayanın üzerinden farklı sektörlere doğru çok uzun atışlar gerçekleştirdim. Saat 17:30’a doğru heyecanım daha da arttı. “Ha vurdu, ha vuracak” diyerek atıp çekmeye devam ettim. 2 saat boyunca aralıksız atıp çektiğim halde tek bir vuruş bile alamadım.
Zaman ilerleyip havanın kararmaya başlamasıyla birlikte ümidim iyice azaldı. Saat 18:30 gibi avı sonlandırmadan önceki son atışlarımı yaparken kıyıya 3 m kala sağlam bir vuruş aldım. Bu vuruş diğerlerinden farklı bir vuruştu. At-çek yaparken lüfer vurduğunda olta ağırlaşır, levrek vurduğunda ise olta bir şeye takılmış gibi olduğu yerde mıhlanıp kalır. Bu sefer de kaşığı ısıran şey bir anlık makinemin kolunu durdurmuştu. Levrek olduğuna hiç şüphe yoktu. Lüfer olsa balığı tereddütsüz kaldırıp arkama atacağım halde bu defa sakin bir şekilde ağır ağır çekmeye başladım. Balık suyun yüzeyine çıkıp bir anlık kendisini gösterdikten sonra fişekleyip bir miktar kaloma aldı. Tahmin ettiğim kadar büyük bir balık olmasa da dikkatsiz davrandığım taktirde misinayı kayalara kestirip koparabileceğini biliyordum. Bir kaç kez fişekledikten sonra yorulan balığı gözüme kestirdiğim uygun bir yere yaklaştırıp elimle solunaçlarından kavrayarak dışarı aldım. Balık yakalayabileceğime dair ümitlerim tamamen tükenmişken gelen bu levrek avın kurtarıcısı oldu. Çocukluk yıllarımda yaşlı bir üstaddan duyduğum sözü hatırladım. “Denizle pazarlık olmaz”…
3 keyifli at-çek avı geçirdikten sonra haftasonu tatilimin sonuna geldim. Çoğu kişinin aksine benim pazartesi sendromum yoktur. Meslek aşkım ve mesleğimle doğrudan alakalı olan tutkum sayesinde her zaman işimden zevk almasını bildim. Haftasonu yeterince dinlenmiş olmanın verdiği rahatlıkla 23 Eylül pazartesi günü sabah suyunda da olta atacak enerjiyi kendimde buldum. 05:30 gibi hava henüz aydınlanmadan vardığım merada ilk olarak beyaz uzun yapılı bir sahteyle denemeye başladım. İlk 15 dakika kıpırtısız olan deniz yüzeyi havanın aydınlanmaya başlamasıyla birlikte karışmaya, sağımda, solumda, önümde, her tarafta küme küme oynaklar belirmeye başladı. Vücuduma yayılan adrenalinin etkisiyle kalp atışlarım hızlandı. Her yerde kaçışan küçük balıklar olduğundan sahte balığı rast gele sallayıp panik yapmış bir balık balık gibi aksiyon yaptırarak çekmeye başladım. Sahtem iki sefer oynakların arasından boş geçtikten sonra üçüncü atışta vuruş geldi. Çok yakında vuran lüferi zorlanmadan çekip kovaya attıktan sonra oltayı vakit kaybetmeden tekrar salladım. İlk balığı aldıktan bir kaç dakika sonra bir lüfer daha aldım. İkinci balıktan sonra oynaklar kayboldu. Sahte balıkla bir kaç boş atış gerçekleştirdikten sonra kaşığa dönme vaktimin geldiğini anladım. Sabahın ilk ışıklarıyla kıyıya baskın düzenleyen lüfer sürüsü belli ki açığa çekilmişti. 22 g’lık kaşığımı takınca atış mesafem 2.5 katına çıktı. 15 dk içinde 50 m’den daha uzak mesafelerde 5 vuruş daha aldım. Kaşıkla aldığım vuruşlardan yarı yolda kurtulan bir tanesi hariç 4 tanesini kovaya atmayı başardım. Avın sonunda kovamda 6 lüfer yatıyordu. Saat 7 gibi avı sonlandırıp temizlik ve mesai hazırlıklarımı yapmak üzere evimin yolunu tuttum.
Haftalar süren yoğun ve yorucu iş temposuyla boğuşurken çok nadir olta atabilmiş, başkalarının yaptığı avları sosyal paylaşım sitelerinden seyretmekle yetinmiştim. Bir gün olsun yaptığım işe isyan edip, başkalarının tutmuş olduğu balıkları kıskanmadım. Çünkü biliyordum ki herkesin içinde bulunduğu imkan ve şartlar farklı. O bugün tutar, sen yarın tutarsın. Ya da o sinarit tutar, sen lüfer tutarsın. Sabırla bekleyip sonunda mükafatımı aldım. Benden çok daha bereketli avlar yapanlar oldu. Olsun. Benim yaşadığım heyecan bana yeter. Ekim ayının başından itibaren lüfer yavaş yavaş batı Karadeniz’e sonra da boğaza kaymaya başlayacak. Bugün bizim tuttuğumuz lüferleri seyredenler yarın kendileri avlayacak. Lüfer Orta Karadeniz’den tamamen göçtüğünde ben de başka balıklara yöneleceğim. Şimdilik aklımda bir şeyler var. Bekleyip görelim…