Kategori arşivi: Levrek

Bahar Bereketi

Uzun, soğuk, yağmurlu, karlı Karadeniz kışının ardından baharın gelmesiyle birlikte içimi bir heyecan ve sevinç duygusu sardı. Samsun’a taşındığım 2011 senesinden beri her bahar benzer duygular yaşıyorum. Karadeniz’de, kış mevsiminde kıyıdan olta balıkçılığı için çok fazla alternatif yoktur. Çoğu zaman hava şartları denize açılmaya da müsaade etmez. Belli başlı balık türleri kısmen av vermeye devam etse de bu balıkların peşinden koşmak yorucu ve sabır gerektiren bir iştir. İşlerimin en yoğun olduğu döneme denk gelen 2014 kışında nadiren olta atma fırsatı bulabilmiş, kısacık zaman dilimleriyle sınırlı kalan avlarımda da Ocak başında sırtı yöntemiyle yakaladığım 2 iri levrek dışında çok kayda değer balıklar yakalayamamıştım. 1 Nisan’dan itibaren başladığım turna denemelerim de hüsranla sonuçlandı. Samsun’a bağlı Çarşamba ve Terme ilçelerinde bulunan daracık su kanalları ve ufacık göletlerde yaşam mücadelesi veren turnaların suya elektrik vermek, ağ sermek, gece ışık ve zıpkın kullanmak gibi her türlü yasal olmayan av vasıtası ile katledildiğini acı bir şekilde öğrendim. Bu sebeplerden dolayı da büyük uğraşlar sonucunda yakaladığım turnaların tamamı yavru balıklardan ibaret kaldı.

Turna meralarının vahim durumunu gördükten sonra tekrar levreğe yönelmeye karar verdim. Geçtiğimiz bahar mevsiminde olduğu gibi bu sene de liman içinde canlı karides ile levrek yakalayabileceğimi ümit ediyordum. 5 Nisan cumartesi sabahı tüm konsantrasyonumu akşam üzeri başlayacağım ava verdim. “Balık Günlükleri” Facebook sayfasında geçtiğimiz sene aynı dönemlerde yaptığım bir levrek avının hikayesini paylaşıp şöyle bir not düştüm. “Geçtiğimiz sene 7 Nisan tarihinde yaptığım bereketli bir avın hikayesi. Bu gece yine aynı yerde, aynı yöntemle levreğe deniyor olacağım”.
Akşam 17:00 gibi liman içinde kuytu bir yerde bulunan özel teke merama uğrayıp yeteri kadar iri teke yakaladıktan sonra 18:20 gibi olta atacağım meraya vardım. İki oltamın ucunda takılı olan şamandıralı takımlarımı en irilerinden canlı tekelerle yemleyip yaklaşık 20-25 m salladıktan sonra oltaları kayaların arasındaki boşluklara sabitleyip beklemeye başladım. Birden aklıma avlaktan canlı yayın yapma düşüncesi geldi. Telefonumun kamerasıyla, kayaların arasına sabitlediğim oltaların fotoğrafını çekip “Haydi bismillah” notuyla birlikte facebook’ta paylaştım. Peşinden oltaları sallamadan önce kancaya takılı halde fotoğrafladığım tekenin fotoğrafını paylaşmaya çalışırken oltalardan biri öyle bir eğildi ki neredeyse olta yerinden fırlayacaktı. Hemen oturduğum yerden fırlayıp oltayı yakaladım. Sezonun yemlideki ilk levreğini kaçırma korkusu içinde heyecanlı bir şekilde mücadele edip balığı suyun kenarında duran kepçenin içine sokmayı başardım. Balık vurduğu anda heyecandan elimdeki telefonu yere attığımı balığı dışarı çıkardıktan sonra fark ettim. Neyse ki telefonun koruyucu kılıfı görevini yerine getirmişti. Çabucak kepçenin içinde fotoğrafladığım balığı “Siftahı yaptık çok şükür” notuyla facebook’ta paylaşıp ava devam ettim.
Sezonun yemlideki ilk levreğini henüz avın başındayken yakalamak içimi epey rahatlatmıştı. Oltalarımın başına oturup güzel havanın tadını çıkarttım. İlk balıktan sonra 1 saat kadar başka vuruş olmadı. Gündüz telefonumu açmayan annemin doğum gününü kutlamak için tekrar aramaya karar verdim. Canım annemin doğum gününü kutladıktan sonra “Anneciğim güzel bir levrek yakaladım, dua et de daha büyüğünü yakalayayım” dedim. “İnşallah yakalarsın oğlum ama söz ver Gölcük’e geldiğin zaman bana da…” Annemin cümlesini tamamlamasını beklemeden telefonu cebime sokup yanı başımdaki oltaya yapıştım. İlk balığı yakalayan olta tekrar eğilmişti. Bir yandan balıkla mücadele edip bir yandan da “Şu annem ne mübarek kadın” diye içimden geçiriyordum. Dua etmek için ağzını açar açmaz balık yapışmıştı. İlk balıktan biraz daha büyük olan ikinci balığı da kepçelemeyi başardıktan sonra cebimdeki telefona baktım. Çağrı süresinin olduğu yerde 4 dak 30 küsur sn yazıyordu. Annem hala hattaydı. Balığı merak edip telefonu kapatmamış. Alelacele anneme teşekkür edip telefonu kapattım. Günün ikinci levreğinin fotoğrafını da “İkiledim çok şükür” notuyla birlikte paylaştım. 

20:00’da yakaladığım ikinci levrekten sonrası rüya gibiydi. Meraya çok yoğun bir levrek sürüsü inmiş olacak ki şamandıralarım ardı ardına suya gömüldü. 3. levreği yakalayıp 3 levreğin yan yana fotoğrafını “Rüya gibi bir gece. Ava devam.” diye paylaştıktan saniyeler sonra 4. balık oltaya bindi. 4. balığı fotoğraflayacak kadar vaktim olmadı. Meraya geç gelen ve çimlerin üzerinde yatan levreklere hayranlıkla baktıktan sonra alelacele oltalarını hazırlamaya koyulan arkadaşımla sohbet ederken üzerinde kırmızı renkli fosfor bulunan şamamdıram suya gömülüverdi. Oltaya yapışıp mücadeleye başladıktan saniyeler sonra 10 m sol tarafta bulunan yeşil fosforlu şamandıram da battı. Bir an için balık diğer oltaya mı dolandı diye düşündüm ama benim oltamdaki balık ters tarafa doğru yüzüyordu. Diğer oltada da balık vardı. Arkadaşa heyecanla “Yeşil fosfor da battı, diğer oltayı çek” diye bağırdım. Arkadaşım oturduğu yerden kalkıp oltayı eline alana kadar en az 30 saniye geçtiği halde balık kurtulmamıştı. İkimiz de aynı anda mücadeleye başladık. 2 dakikalık mücadelenin sonunda kendi oltamdaki balığı kepçeleyip hızlı bir şekilde kayaların arkasındaki çimenliğe bıraktıktan sonra suyun kenarına döndüm. Bir kaç saniye sonra arkadaşımın mücadele ettiği balığı da kepçelemeyi başardık. Kayaların arkasındaki çimlerin üzerinde 6 güzel levrek yatıyordu. Günlük limitimi doldurduğum halde o dakikadan sonra arkadaşıma yardımcı olmak için bir süre daha merada kalmaya karar verdim. Kovamdaki son tekelerle yemlediğim oltalara balık vursa bile alıkoymayacaktım. Arkadaşımın sorduğu soruları içtenlikle cevaplayıp takımını modifiye etmesine yardımcı olduktan sonra çimlerin üzerinde yatan balıkları fotoğraflayıp “Allah’ıma şükürler olsun. Rüya devam ediyor” diye paylaştım. 

Saat 08:40 olmuştu. Kısa sürede limitimi doldurduğum halde av tüm hızıyla devam ediyordu. Bir kaç dakika önce salladığım oltalardan birine yine balık vurdu. Sabitlediğim yerden çıkardığım kamışın hızlıca boşunu alıp tasmayı vurdum. Balığın ağırlığını hissetmemle ağırlığın boşalması bir oldu. Oltayı çekip kontrol ettiğimde şamandıranın altındaki misinanın ortasından koptuğunu fark ettim. Normal şartlarda bunun olmasına imkan yoktur. Ne yazık ki balığı kepçelerken şamandıranın kayaların arasına yuvarlandığı esnada misinam zedelenmiş, avın hızından ve heyecanından dikkat etmediğim için beni yarı yolda bırakmıştı. Kopan oltamı toplayıp sudaki oltamın başında beklemeye başladım. 5 dakika sonra vuran balığı da dışarı aldıktan sonra kendime söz verdiğim gibi kamera kaydı alarak incitmeden suya iade ettim. 
O dakikaya kadar paylaştığım fotoğraflara toplamda 100’ün üzerinde yorum gelmişti. Çoğunluğu balıkları yakaladığım yöntem hakkındaki sorulardan oluşan yorumlara cevap yazmak ve tebrik mesajlarına teşekkür etmek için can atıyordum. 21:00’da avı sonlandırıp evimin yolunu tuttum. Yasemin Hanım’dan zorla izin alıp balıkları mutfak masasının üstünde fotoğrafladıktan sonra dolaba kaldırdım. Daha sonra çabucak temizlenip bilgisayarımın başına oturdum. Avda kullandığım takımı oluşturan bir kaç parça malzemeyi fotoğraflayıp altına yazdığım şu notla takımın ayrıntılarını merak eden arkadaşlarımın sorularına cevap vermeye çalıştım. 
“Arkadaşlar bugünkü yemli levrek avımla ilgili biraz bilgi vermek istiyorum. Her zaman dediğim gibi bahar aylarında levrek peşinde koşmak istiyorsanız sahte yemlerle yapılan at-çek yönteminden ziyade yemli takımlar ve karides, mamun ya da yengeç gibi kabuklularla denemelisiniz. Bugün avlandığım takım top şamandıra altında 0.24 mm serbest beden ucunda tek kancadan ibaret çok basit bir takımdı. Kıyıdan 20-25 m açıkta oltamı düşürdüğüm yerin derinliği ortalama 1.5 m olduğu için şamandıranın altındaki bedeni yaklaşık 120 cm olacak şekilde ayarladım. Takıma kesinlikle herhangi bir kurşun ilavesi yapmayın. Zira levrek, karagöz, alabalık gibi hassas balıklar için takım ne kadar doğal ve basit ise o kadar avcı olur. Bu yüzden stoper sistemli şamandıralar yerine sünger top şamandıralar tercih ediyorum. Top şamandırayı evde içi su dolu bir kabın içine bırakarak hangi tarafın üstte kaldığını gözlemledikten sonra üstte kalan kısma fosfor takmak için bir delik açıyorum. Normalde tam dik durmayan şamandıranın dik durmasını da fosforun yeri sağlıyor.Makineden çıkan ana beden misinasını da kancanın bağlı olduğu beden misinası gibi küçük bir klips yardımıyla şamandıranın altındaki halkaya takıyorum. Karidesle yapılan levrek avında dikkat edilmesi gereken en önemli konu karidesin iri ve canlı olması. Normalde şeytan oltasıyla yaptığım avlarda karidesin hareketini kısıtlamamak için kancayı kuyruğunun altından takıp ilk boğumdan çıkartırım. Bu sistemde ise atış esnasında karidesin düşmemesi için 1 numara daha büyük kanca kullanıp kancayı karidesin karnının altına kadar ilerletmek gerekiyor”.
Bereketli geçen her avın sonunda olduğu gibi üzerime tatlı bir yorgun çöktü. Hafızamdan uzun zaman silinmeyecek olan levreklerin görüntüsüyle uykuya daldım. Bugün bu satırları yazarken bile aklımın bir köşesinde hep levrekler yüzüyor. O şamandıranın batışı yok mu? Düşüncesi bile tüylerimi diken diken etmeye yetiyor…

Red Gill

115 mm boyundaki Redgill marka silikonlarla 4 Ocak 2014 tarihinde Özkan abimle birlikte tekneden sırtı şeklinde gerçekleştirdiğimiz levrek avıyla güzel bir yeni yıl açılışı yapmıştık. İlk defa o gün deneme fırsatı bulduğum ve iki güzel levrek kandırmayı başardığım Redgill marka silikonların suyun içinde motor gibi çalışan kuyruk hareketine hayran kalmıştım. Aynı markanın yakın zamanda Türkiye’ye gelen 115 mm, 4 g kendinden ağırlıklı modelinden de bir paket edinme şansım oldu. Dün gece yüzdürdüğüm yemin baş aşağı dibe dalarken yaptığı hareket bile çok cezbedici. Bu kendinden ağırlıklı Redgill’lerin kıyıdan at-çek şeklinde kullanıldığında ve derin meralarda yukarı aşağı zıplatarak aksiyon verildiğinde başta deniz levreği olmak üzere bir çok balığın avında çok başarılı işler çıkartacağına eminim. Bu cumartesi sabahı planladığım kıyıdan at-çek avında da bu silikonlara bolca şans tanımayı düşünüyorum. Umarım yakında kendinden ağırlıklı modelleri de levreklerin ağzında fotoğraflayabilirim….

Gittim, Aldım, Döndüm.

Sabah alarmının sesi beynimin en derin noktasına kadar işleyerek beni uyanmaya zorluyordu. Oldum olası alarmlardan nefret etmişimdir. Sırf bu nefretim yüzünden alarm sesini duymamak için genellikle uyanmam gereken saatin bazen on beş dakika, bazen yarım saat öncesinde vücut saatim ile uyanırım. Ancak o gün öylesine yorgundum ki, bırakın vücut saatimle uyanmayı, o lanet tiz sesli alarmın bile beni uyandırmaya uzunca bir süre gücü yetmemişti. Anca alarmın sesi giderek yükselip yeri göğü inletmeye başladığında tek gözümü zorlukla aralayabildim. Telefonu duvara yansıyan ışığından el yordamıyla bulup alarmı ertelemek için rastgele bir tuşa bastım. Tam uykuya yeniden dalacaktım ki, sanki bir yerime iğne batmış gibi yattığım yerden zıpladım. Uyumamalıydım. Bugün haftaiçi değildi, İstanbul’da değildim, ve buraya balık tutmak için gelmiştim. Bir gayretle yataktan fırlayıp üzerimi değiştirdim. Beş dakika içinde tüm malzemelerimle birlikte hazırlanıp yola çıkmıştım.

Avlağa vardığımda havanın aydınlanmasına daha en azından yarım saat vardı. Hava o kadar sakin, deniz o kadar kıpırtısız ve etraf o kadar sessizdi ki, kendimi adeta boşlukta hareket ediyor gibi hissediyordum. Çevrede dolaşan kedilerin ayak sesleri dahi sanki etrafımda bir hayalet geziniyormuşçasına içime derin bir ürperti salıyordu. Kısa süreli tedirginliğin ardından mümkün olduğunca az ses çıkararak takımlarımı hazırlamaya koyuldum. Öncelikle her zaman yaptığım gibi bir kenarda dursun diye sübyeyle yemlediğim takımı at-çek’lerimden etkilenmeyeceği bir bölgeye savurdum. Ben daha arkamı dönüp diğer oltayı hazırlamaya başlamadan yemli oltanın zili çalmaya başladı. Vuruşlar sürekli ancak cansızdı. Bir süre sonra dayanamadım ve oltayı tasmalayıp çekmeye başladım. Oltanın ucunda dirençsiz bir hareketlilik vardı. İlk misafirimiz belli olmuştu. İğneyi midesine kadar indirmiş 40 santimlik bu minik mığrıyı, misinayı iğneye en yakın yerden keserek azat ettim. Oltaya yeni iğne bağlayayım derken günün ilk ışıklarıyla denizde hareketlilik de başlamıştı. Daha fazla vakit kaybetmenin anlamı yoktu. Yemli takımı bir kenara bırakıp at-çeklere başladım. Önce az dalarlı 11-13 cm’lik sert sahteleri, sonra da 3 gramlık jigheadlere monte ettiğim çeşitli silikon sahteleri denedim. 15-20 dakikalık sürede hiçbirinden sonuç alamayınca, son silahım olarak çantamdaki su üstü sahtelerini denemeye başladım.

Denizin çok karışık olmadığı zamanlarda çoğunlukla 8-9 santimlik su üstü sahteleri tercih ediyorum. Bugüne kadar bu alandaki favori sahtem ise River2Sea markasının Bubble Pen modeliydi. Modeliydi diyorum çünkü hem uzağa erimi, hem de yüzüş aksiyonu bakımından harika işler çıkaran bu sahteyi ne yazık ki River2Sea markası üretimden kaldırdı. Bayilerdeki stokların tükenmesiyle birlikte Bubble Pen’e alternatif olabilecek başka bir sahte arayışına girdim. Ve uzun arayışlarım nihayetinde Bubble Pen’in yokluğunu aratmayacak bir sahte buldum. Savagear markasının Top Prey isimli modeli atış eriminin Bubble Pen’e göre nispeten kısa olması dışında görünüş ve aksiyon olarak levrek avı için güzel bir alternatif sunuyor. Bu modelin özellikle sırtı siyah olanlarının levreğin başlıca yemlerinden ilaryaya benzemesi dikkat çekici. Sahte klasik su üstü WTD hareketinin yanında, biraz sert aksiyonla su seviyesinin hemen altına inerek kefallerin klasik yanlama görüntüsünü de taklit ediyor.

Savagear Top Prey kefal yavrusuna (ilarya) olan benzerliğiyle levrek avı için iddialı bir model.

Bugüne kadar levrek avlarımda en yüksek verim aldığım River2Sea’nin Bubble Pen modelini artık piyasada bulmak çok zor.

Nitekim Top Prey kendisine şans verdiğim ilk avda başarılı oldu ve güzel bir levreği karaya getirdi. Oltamdaki silikon yemi değiştirip su üstü sahteye geçeli henüz birkaç atış olmuştu. Silikon aksiyonundan WTD aksiyona geçerken ritmi tutturmaya çalışııyordum ki bir anda oltanın ucunda ardı ardına kafa darbeleri patladı. Sağlam bir tasma koyarak iğneyi levreğin sert ağzına oturtmaya çalıştım. Balığın ilk ve son direncini karşıladıktan sonra kolaylıkla kıyıya aldım.

Savagear Top Prey ilk avında görevini başarıyla tamamladı.

Levrek çok atletik bir balık olmayabilir. Ancak yeterli dikkat gösterilmezse orta ebattaki bireyleri dahi rahatlıkla bu ikili mücadelede kazanan taraf olabilir. Levrek tutarken dikkat edilmesi gereken balığın ilk yakalandığı andaki direnci, ve kıyıyı gördüğü andaki mücadelesidir. Levreğin bu saltolarını kazasız belasız atlatırsanız çok büyük ihtimalle balığı kıyıya almışsınız demektir.

İlk günün levreği. 1.200 gram

Sabahki dingin hava öğleden sonra yerini keşişlemeye bıraktı. Biz de bunun üzerine akşam suyuna keşişlemeyi tam karşıdan alan bir bölgeye gittik. Denizin çalkantısı levreğin avlanması için çok müsaitti ancak civarda iskele yapımı için çalışan platformun çıkardığı sesler balığı ürkütmüş olacak ki elimiz boş döndük. Akşam balıkçıda güzel bir sofra eşliğinde balığımızı pişirttirerek günün yorgunluğunun keyfini çıkardık.

Yorucu bir av gününün sonunda kendi tuttuğunuz balığı arkadaşlarınızla yemenin keyfi başkadır.

Onca yorgunluğuma rağmen ertesi sabah alarma ihtiyaç duymadan uyanabilmiştim. Evden çıkarken rüzgarın gücünü iyice artırmış olduğunu hissettim. Aklımda yine dünkü balığı aldığım yere gitmek vardı ancak bu bölge keşişlemeyi tam karadan aldığı için biraz tereddüt ediyordum. Yine de şansımı bu bölgede denemeye karar verdim. Avlağa vardığımda keşişlemenin güney bileşeninin kuvvetlendiğini, bunun da kıyıya ufak da olsa dalga taşıdığını gördüm. Bu çalkantı balığın avlanma güdüsünü kamçılamak için yeterliydi. Sabahın ilk ışıklarıyla beraber ilk balığımla da mücadelem başlamıştı. Balık güzel dirense de, yeni değiştirmiş olduğum ipe güveniyordum. Kıyıya paralel yüzen balığı dalgalardan da faydalanarak sorunsuz bir şekilde kuma yatırdım. Balık dünküyle hemen hemen aynı ebatta 1 kilo 300 gramlık bir levrekti.

İkinci günün yakışıklısı… 1.300 gram…

Yarım saat sonra bir vuruş daha aldım. Mücadele bu sefer biraz daha zayıftı. Balığı tam dalgaların arasından görecek iken olta boşaldı. İstemiş olduğum balığı yakalamış olmanın verdiği rahatlık ile hiçbir şey yokmuş gibi kaldığım yerden at-çek’e devam ettim. Yaklaşık iki saat daha devam eden denemelerimde hiçbir şey alamadım.

Bir beyaz yakalı çalışan olarak bana ayrılan iki günlük sürenin yine çabucak sonuna gelmiştim. Eskiden İstanbul’a dönüşlerimde Boğaz’da lüfer, sarıkanat avlarını düşleyerek küçük de olsa bir teselli bulurdum. Ancak son yıllarda İstanbul’a dönmek için hiçbir neden bulamıyorum. Umarım hayatımın çok geç olmayan bir evresinde huzurla balık tutabileceğim bir şehre, kasabaya ve köye yerleşir de bu şehrin kaosundan kurtulurum. Maalesef o zamana kadar ancak haftasonlarında hasret gidermeye mahkumum.

Geçmiş Avlardan: İlk Levrek

Son dönemde işlerimin yoğunluğundan ve adam akıllı balığa çıkamamamdan dolayı hazırdan yiyorum. İşler rayına oturup, bana hem balığa çıkacak, hem de yazı yazacak zaman kalana kadar bir süre daha konserveleri açmaya devam edeceğim. Bugün de yine dört sene öncesinden bir yazıyı ısıtıp servis ediyorum. Umarım keyif alırsınız.

Her işte bir hayır vardır derler…
Sahte balığım daha ilk atışımda baş üstünden kıyıya tonozlamış teknenin halatına takıldığında içimden bir ses bunu diyordu. Gecenin 3’ünde eve girmiş, vaktinde uyanamama korkusuyla uyumamış, saat 5 civarında hava henüz aydınlanmadan her zamanki avlağımda yerimi almıştım. 
“Bu sayede belki başka avlağa gider, orada balığı bulurum” diye düşündüm. Ama önce zifiri karanlıkta denize girip oltamı takılı olduğu yerden kurtarmam gerekiyordu. Ne kadar gece denize girmekten korkmasam da, etrafta in cin top oynarken, kapkaranlık suya girme fikri çok hoşuma gitmiyordu. Hava aydınlanana kadar burada öylece bekleyecek halim de yoktu. Kaderime razı olup göğüs hizama kadar gelen suya girdim ve oltamı kurtardım. Hazır suya girmişken olduğum yerden birkaç atış yapmaya karar verdim. Açığa yaptığım ikinci veya üçüncü atışta balık sert kafa darbeleriyle oltanın ucundaydı. Sakin ve sorunsuzca balığı kendime yaklaştırdım. Ancak tam balığı alacağım derken bedenin sonundaki klips kamışın uç halkasına takıldı. Suda olduğum için balığı elimle almak durumundaydım ama balık oltanın bedeninden faydalanarak bana yaklaşmıyordu. En sonunda balığı bu şekilde alamayacağımı anladım. Oltayı suya batırdım, bedene eriştim, balığı kafasını sudan çıkartmamaya özen göstererek kendime çekip yakaladım. 
Onunla ilk tanışmamız, çiftlik balığı olarak tezgahlarda yerini almasından öncesine dayanıyordu. Büyüdüğüm, balıkçılığı öğrendiğim sahil kasabasının balıkçı tezgahlarında nadiren görünürdü. Ama göründüğünde tezgahtaki palamutlar, lüferler tüm ihtişamını kaybeder, yanında adeta bir istavrit gibi sönük kalırlardı. Bahsettiğim balıklar en ufağı 8-9 kilo olan Karadeniz levrekleriydi. Ama bu balıklar senede sayılı defa tezgahta boy gösterir, bunun dışında trofe boyutlarda olmayan levreklere rastlamak mümkün olmazdı. Yakaladığım onca lüfer, palamut arasında bir gün o levreklerden birini denk getirmek en büyük hayalimdi. Kıyı yollu sırtı çekerken gelen her vuruşta içimde bir umut doğar, gelenin lüfer veya palamut olduğunu gördükten sonra içimdeki umut, buruk bir mutluluğa dönüşürdü. Onca sene ne yaptıysam ne ettiysem olmadı, Karadeniz’den levrek çıkarmayı başaramadım. 
Elimde tuttuğum balık çocukluğumda balıkçı tezgahlarında gördüğüm ebatta olmasa da, onca senelik hayalimin sonucuydu. Aynı avlaktaki ısrarlarım sonucu belki de umudumun en az olduğu, beklentimin en düşük olduğu zamanda çıkagelmişti. Orada olduğunu en başından beri hissediyordum, denedim, sabrettim ve aldım. 
Balığı karaya bıraktıktan sonra at çeklere devam ettim. Birkaç atış sonrasında balık yine oltanın üstündeydi. Biraz mücadeleden sonra kendini iğneden kurtardı ve uzaklaştı. Hedefime çoktan ulaştığımdan en ufak bir üzüntü hissetmedim. Güneş artık etrafı aydınlatmaya başlamıştı. At çeki bırakıp yemli oltaya döndüm. Ne de olsa gelirken aklımda iri çupralar vardı. Denizden madya topladım. Bu mevsimde kıyılarda harami balıklar çok olacağı için madya, kalamar gibi dayanıklı yemler kullanmakta fayda vardır. Ancak benim iğnelere taktığım madyalar saniyeler içinde oltadan süpürülüyordu. Geçen sene başıma bela olan ufak balıklar bu sene işin dozunu kaçırmışlardı. Güneşin de iyiden iyiye yakmaya başlamasıyla avı bitirdim. 
Güzeller güzeli bir yavru lahoz…
İlerleyen günlerde at-çek ve yemli avlarıma devam ettim. 3. günün sabahı, yine güneş doğmadan yaptığım denemelerde oltama iki minik ahtapot misafir oldu. İkisini de incitmeden evlerine gönderdim. Yemli avlarda ise hüsrana uğradım. Kaydadeğer hiç balık alamadım.
Son günümde rüzgarın biraz azalmasını fırsat bilerek denize çıktım. Buna rağmen dalgadan dolayı koyun dışına çıkabilmek mümkün olmadı. Ben de koyun içinde yemli olta ile avlandım. Kullandığım mamunlar çok bayat olduğu için verimli bir av yapmak mümkün olmadı. Tek tük çektiğim karagözlerin arasında oltam bir ara dibe takılır gibi oldu. Oltayı biraz zorlayınca dipten kurtardım, ancak oltadaki ağırlık devam ediyordu. Gelenin ahtapot olduğu belliydi. Kısa bir mücadelenin sonunda ahtapotu küpeşteden kepçeledim. Bir ara gözümde ahtapot ızgarası canlansa da, bu güzel canlıya kıyamayıp denize iade ettim.
İlk günkü avın bana denizin hoşgeldin hediyesi olduğunu biliyordum. Daha önceki gelişlerimde de hep güzel balıkları geldiğim akşamın hemen ertesi sabahı almış, sonraki günlerde ise çabalarım sonuç vermemişti. Nitekim bu sefer de ilerleyen günlerde hayalini kurduğum avların hiçbirini gerçekleştiremedim. Canlı yem ile uzun olta planım dinmek bilmeyen sert poyraz nedeniyle, kıyıdan gerçekleştirmeyi düşündüğüm çupra ve melanur avlarını ise balığın merada bulunmaması sebebiyle yapamadım. Halbuki hiçbir şey avlayamasam bile geçen sene iskeleden yaptığım melanur avlarını garanti görüyor, sadece bu av için tatili dört gözle bekliyordum. Balık olmamasının yanı sıra iskelede balık tutmanın da yasaklandığını öğrendim. Yasağın sebebini bir belediye görevlisine sorduğumda olta atma bahanesiyle iskeleye gelenlerin iskeleyi ve denizi pislettiğini söyledi. Kendisine neden balık tutmayı yasaklamak yerine, etrafa ve denize çöp atmayı yasaklamadınız diye sordum. İşin bu yanı pek düşünülmemiş olacak ki, yine aynı cevapla karşı karşıya kaldım. Tatmin edici bir cevap almanın mümkün olmadığını görüp konuyu uzatmadım. Ancak maalesef belediyenin haklı olduğu bir nokta var ki, o da sadece Bodrum’da değil, Türkiye’nin hemen her yerinde birçok balıkçının arkalarında birçok çöp, yem ve artık olta malzemesini bırakarak gittiği gerçeği. Balıkçıyım diyenin her şeyden önce doğaya saygılı olması, canlılara zarar verebilen ve çevrenin görüntüsünü bozacak her türlü davranıştan kaçınması gerekir.

Neye Niyet Neye Kısmet -3

Balığa çıkarken yanımıza alacağımız malzemelerin seçimi çok önemlidir. Hedefte belli başlı bir ya da bir kaç balık türü olsa da her ihtimale karşı tedarikli olmak gerekir. Yanımızda götüreceğimiz fazladan bir kaç parça malzeme yükümüzü arttırabilir, çoğu zaman av boyunca hiç kullanılmaz. Ama öyle bir an gelir ki, işte o fazladan taşıdığımız malzemeler hayatımızın en değerli avını yaşamamıza vesile olabilir. Bu konuda geçmişte yaşadığım bazı acı tecrübelerden dersimi aldım. Yıllardır balığa giderken yanıma içinde her türlü takımın bulunduğu bir çanta ve kepçe almaya özen gösteriyorum. İyi kötü ayağımı yerden kesecek bir arabam var çok şükür. Bugünlerde balığa giderken çok zorlanmıyorum. Ama arabamın olmadığı öğrencilik yıllarımda taşımakta zorlandığım onca malzemeyle kilometrelerce yürüdüğümü bilirim. 2009 Eylülünde yaşadığım bu av da iki elim dolu halde uzunca bir yolu yürümek zorunda kalışımın mükafatını aldığım avlardan biriydi.

Güzel bir Ramazan gecesinde saat gece yarısına yaklaşırken uyku tutmadı. Nicedir benimle balığa çıkmak isteyen sevgili dostum Emre Aydın’la birlikte yakındaki bir liman içinde olta atmaya karar verdik. Amacım denizin pürüzsüz olduğu gecelerde liman ışıklarının aydınlattığı su yüzeyinde dolaştığını bildiğim kefallere çarpma atmaktı. Yanıma bir kamış ve bir kaç yedek çarpma almam yeterli olacağı halde yine bir sürü malzemeyi yüklenip meranın yolunu tuttuk. Meraya vardığımızda kefaller yine yerlerindeydi. Rıhtım boyunca dolaşarak uygun pozisyondaki kefallerin hareketlerini hesaplayıp biraz önlerine ve ilerilerine attığım çarpmayı doğru zamanlamayla çekmek suretiyle herhangi bir yerlerine taktırmaya çalıştım. Açıkçası çocukluğumdan beri uyguladığım beceri isteyen bu işte ustaydım. Kısa süre içinde yarım kilonun üzerinde 4 kefal çarptıktan sonra son bir kefal daha çarpıp avı sonlandırmaya karar verdim. Çok geçmeden çarptığım 5. kefali hemen suyun dışına almak yerine eğlenmek için biraz suyun içinde gezmesine izin verdim. Oltanın ucundan kurtulmak için çeşitli manevralar yapan balığı seyrederken aniden koca bir levreğin saldırısına uğradı. Levrek önce oltanın ucundaki yarım kilo civarı balığın kafasından ısırdı. Kafasından ısırdığı balığı yutamayacağını anlayınca bırakıp seri bir hareketle kuyruğundan ısırmaya çalıştı. Yine başarılı olamayınca kaçmasına engel olduğum balığı bir kaç saniye izledikten sonra ağır ağır uzaklaştı.

Şok olmuştum. Hayatımda ilk defa oltamın ucundaki balığa bu büyüklükte bir levrek saldırıyordu. Üstelik balık yutabileceğinden çok büyük olduğu halde ısrarla denemeye devam etmişti. Oltanın ucundaki kefalin kurtulmak için yaptığı manevraların cazibesine kapılmış olmalıydı. Yaralı balıkların avcı balıkları nasıl cezbettiğine bir kez daha şahit olmuştum. O an ilk aklıma gelen canlı bir balığı şeytan oltasına takıp atmak oldu. Ama kovamda uygun boyda bir balık yoktu ve yemim olmadığı için yakalamam zaman alırdı. Bir kaç saniye düşündükten sonra yanımda getirdiğim çantamın içindeki maket balıklarla denemeye karar verdim. Çantamın içindeki maket balıkların arasından seçtiğim 12 cm’lik ilaryaya benzeyen bir tanesini oltamın ucuna takıp vakit kaybetmeden salladım. İlk iki atışımda maket balık önüme gelene kadar vuruş ya da takip alamadım. Üçüncü atışımda da her an balık vuracakmış gibi heyecanla çektiğim maket balığım görüş mesafeme gelene kadar hiç bir hareket olmadı. Önüme kadar gelen maket balığı tekrar sallamak için sudan kaldırmaya hazırlandığım esnada koca bir levrek dipten fırlayıp maket balığımı yuttu.

Yakalanmanın şokuyla bir anlık olduğu yerde kalan balık şoku atlatır atlatmaz açığa doğru fişekleyip gözden kayboldu. Aman Allah’ım bu nasıl bir kaloma alma! Yaklaşık bir dakika boyunca makinemin kaloması hiç susmadı. Heyecandan dizlerimin zangır zangır titrediğini hatırlıyorum. İlk fişeklemede makinemden 100 metreye yakın misina boşaltan balık yorulma emareleri gösterince sarmaya başladım. 5 dakikaya yakın süren mücadelenin sonunda rıhtım duvarının dibine yaklaştırdığım balığı Emre’nin yardımıyla kepçelemeyi başardık. İkimizde mutluluktan havalarda uçuyorduk. Hiç aklımızda yokken ani bir kararla çıktığımız avda trofe bir levrek yakalamıştık. Bir kaç dakika önce oltamızın ucundaki kefale saldıranla aynı boydaki levreğin ağzındaki maket balığı bile çıkartmadan fotoğraf çektirme işine koyulduk.

Yakaladığımız levrekten sonra yarım saat daha at-çek yapıp vuruş alamayınca avı sonlandırdık. Emre’yle avdan döndükten sonra sahur vaktine kadar biraz zaman geçirdik. Sabahın 4’ü gibi sahur yemeğimizi yedikten sonra aklımız yine balıklara gitti. Ertesi günün tatil olmasını fırsat bilip uyumak yerine kendimizi tekrar limana attık. Bir kaç saat önce levreği yakaladığımız yerden başlayarak liman mendireğinin ucuna kadar at-çek yaparak yürüdük. Sabah ezanı okunduktan sonra geceyi liman içinde avlanarak geçiren levreklerin limandan çıkış yapacağını düşündüğüm için mendirek burnunda denemeye devam ettim.  Emre’ye sohbet ederek at-çek yapmaya devam ederken kıyıdan 20 m kadar açıkta sağlam bir vuruş daha aldım. Kamışımın ucu yine yay gibi eğilip makinemden misina boşalmaya başladı. Bu defaki balık da en az ilk balık kadar sağlam asılıyordu. Oltamın ucundaki gecenin ikinci trofe levreğiyle mücadele ederken sanki her zaman yaşadığım bir durummuş gibi telaşsız ve rahattım. Kah fişekleyip kah teslim olan balıkla sakin bir şekilde mücadele edip Emre’nin elindeki kepçenin içine sokmayı başardım.

Senelerdir kim bilir kaç gece balıkta sabahladık, kaç günümüz at-çek yapmakla geçti? Onca hazırlık yapıp trofe balık hayaliyle başladığımız avların çoğunda beklediğimizi bulamadık, boş döndük. Bazen de hiç hesapta yokken trofe balıklar tuttuk, kovalarımızı doldurduk. İşte böyle acayip bir tutku bu. Hesaplar her zaman tutmuyor. Bazen sadece nasibinde olanı tutuyor insan…

2014 Açılışı

At-çek avcılığı amatör balıkçılığın en çok sabır gerektiren branşlarının başında gelir. Kimi zaman saatler süren sonuçsuz denemeler avcının o gün orada balık olmadığı, ne denerse denesin balık avlayamayacağı gibi yanlış düşüncelere kapılmasına sebep olabilir. Halbuki balık bazen bir sonraki atış kadar, bazen ise takım kutusunda bulunan başka bir sahte kadar yakındır.

Avlağa henüz hava aydınlanmadan, saat 6’ya yaklaşırken gelmiştik. Deniz de, hava da hareketsizdi. Günün ilk ışıklarıyla ortaya çıkan sisle kaplı manzara denizden ziyade gölde avlandığımız hissini veriyordu. Levrek için tüm şartlar olumsuz gibi görünse de, iki gün önce yağan yağmurdan dolayı denizin halen bulanık olması bizi ümitlendiriyordu. Arkadaşımla avlağın iki ayrı köşesine gittik. Ben dere ağzının daha çamurumsu bulanıklığında avlanmayı tercih ederken, o kayalık kısımdaki nispeten daha berrak suda çalışmaya başladı.

Bir saate yaklaşan sürenin sonunda benim bulunduğum bölgede hiçbir aksiyon olmamıştı. Uzaktan av arkadaşımı da takip ediyor, aynı durumun onun için de geçerli olduğunu görebiliyordum. Takım çantamdaki su üstü, dalarlı, batarlı, yandan çarklı ne kadar sert sahte varsa hepsini denedikten sonra pes edip malzemelerimi topladım ve arkadaşımın avlandığı iskeleye gittim. Avlağa tek arabayla gelmiştik. Beraber dönmek için onun da avı noktalamasını bekliyordum. Kafamda avı bitirmiştim ancak oyalanmak için çantamda hemen hiç kullanmadığım silikon yemleri deniyordum. Rastgele seçtiğim, kuyruğu, kafası gözü olmayan, balık mı, kurt taklidi mi olduğunu anlamadığım, pek şekilsiz bir silikonu jighead ile birleştirip denize gönderdim. Bir yandan silikona kafama göre aksiyonlar verirken, bir yandan da arkadaşımla çeşitli sahtelerin verimliliği üzerine konuşuyorduk. “Bugüne kadar hiç silikonla levrek alama…” cümlemi tamamlamaya fırsat kalmadan olta bir anda olduğu yere zımbalandı, hemen ardından da bilindik kafa darbeleri gelmeye başladı. Şaşkınlıktan sadece “Abi, balık…” diyebilmiştim. Zamanlama karşısında ikimiz de serseme dönmüştük. Bu yakaladığım ilk levrek değildi, pek büyük olmadığını da sezebiliyordum. Daha önce silikonla levrek almamış olmam da durumu ilginç kılmıyordu. Ancak hem umudumuzun tükendiği, hem de tam isminin geçtiği bir anda gelmesi nedeniyle oldukça heyecanlanmıştım. Balığı yakalamıştım ancak ufak bir sorunum vardı. Avlanmakta olduğumuz, denize “T” şeklinde uzanan iskelenin uç kısmında üzerinde yürünecek tahtalar yoktu. Bu yüzden biraz ters bir noktadan atışlarımı yapıyor ve ona göre oltamı çekiyordum. Balık oltaya bindiği gibi kendini iskelenin tahtası olmayan, dolayısıyla ulaşamadığımız kısmındaki ayaklara sürdü.  Ben balığın kafasını çevirmeye çalışırken balık kendini iskelenin ayağına dolamıştı bile. Balık tahmin ettiğim gibi kilonun biraz altında bir levrekti. Normal şartlarda kaçsa çok da üzüleceğim bir balık değildi. Ancak bu avın bir hikayesi vardı ve o hikaye mutlu sonla bitmeliydi. Av arkadaşım kepçenin sapıyla balığa uzanmaya çalıştı. Balığa ulaşamamıştı ancak balık ürküp dolandığının ters yönüne gitmeye başlamıştı. Ayağın etrafında iki tur attıktan sonra balık boşa çıkmıştı. Ondan sonrasını getirmek de zor olmadı.

Yazının başlığında belirttiğim 2014 açılışını ise bir gün önce yaptım. Yine balık boylarının tatminkar olmadığı, ancak takiplerin ve vuruşların sıklığından dolayı oldukça keyifli bir avdı. Kıyıya aldığım iki balıktan ufak olanı denize iade ettim.

 

2013’ün de açılışını levrekler ile yapmıştım ancak devamını aynı güzellikte getirememiştim. 2014’ün hepimize unutulmayacak avlar ve anılar armağan etmesini dilerim.

Ekim Ayı Ege Avları – 1

Blogun ismini “Balık Günlükleri” koyarken hedefim, bu platformun gerçekleştirdiğim avları hikayeleriyle beraber anında paylaşabileceğim bir günlük olmasıydı. Ancak bugüne dek bu amacımı çok nadiren gerçekleştirebildim. Bugün, sitenin sizin göremediğiniz arka yüzüne baktığımda adeta karşımda bitirilmemiş yazılar mezarlığı var. Bazılarının başlığı atılmış, öylece bırakılmış. Bazıları son bir paragrafı bekliyor. İşin kötü tarafı, bir yandan da yeni sezon ile beraber yaptığım avların da sayısı sürekli artmaya başlayacak. Ben de bu yoğunlukta kısıtlı zamanımı, ölü yazıları diriltmek yerine, daha dumanı üstünde avları kısa kısa sunmaya ayırmaya karar verdim. Her ne kadar tüm yazılarımın başında bu seferki kısa olacak desem de, hiçbir zaman kendime verdiğim bu sözü tutamıyorum. Bakın, yine bir ton gevezelik yaptım bile. Neyse, uzatmadan yine bir bayramda Bodrum klasiği raporuma geçiyorum.

Filmin sonunu baştan söyleyeyim. Beklentimin çok çok altında, kesat bir 9 gün geçirdim. İstanbul’da üstümde olan bereketsizliği sanki Bodrum’a taşımış gibiydim. Bu denli uzun bir tatilin bilançosu 1 levrek (800 gram), 2 ispendek (400 gram altı), 1 turna, ve birkaç lidaki (200-300 gram) olmamalıydı.

Mart ayındaki bereketli su üstü levrek avlarımdan sonra bu harika anları kayda alabilmek için büyük bir hevesle kendime bir GoPro kamera edindim. O kamerayla kayda başladığım günden bu yana su üstü sahteme doğru düzgün takip bile alamıyorum. Balıklar mı utangaç, ben mi becerimi kaybettim, bilemiyorum. Ancak bu sefer de tüm levrek ve ispendeklerimi sübye ile avladım. Doğrusunu söylemek gerekirse, Ege’nin balıkçılarında çok yaygın olan şu mamun sevdasını pek anlayamıyorum. En azından benim bulunduğum bölgede mamun küçük balıkları beslemekten başka pek bir işe yaramıyor. Gücünüz ve sabrınız küçük balıklara mamun yetiştirecek kadar fazlaysa, o zaman arada birkaç dişe dokunur balık alabiliyorsunuz. Sübye ise daha ziyade belli boyun üstünde balıklara çekici gelen bir yem. Ufaklıklar bu yemi sertliğinden ötürü pek tırtıklayamadıklarından genelde sevmiyorlar. Ancak taktığınız iri sübye parçasını tek hamlede yutabilecek balıklar için bu yem harika bir seçim. Nitekim daha önceki avlarda da yaptığım gibi, geceleri 0,35’lik misinaya bağlı 3/0 no’lu iğnemi iri parça sübye ile yemleyerek kıyıdan 10-15 metre kadar ileri savurdum. Bu şekildeki avlarım hep hüsran ile sonuçlanmıştı. Ya balık ben farkına bile varmadan misinayı koparmış, ya karaya alma esnasında oltadan kurtulmuş, ya da boşa tasma atmıştım. Ama hemen her gittiğimde bir şekilde vuruş almıştım. Bu sefer aynı bölgeye iki olta atıp, kamışların ucuna vuruş olduğu anda müdahale edebilmem için zil taktım. İlk gece, oltayı attıktan 10 dakika kadar sonra zil hafifçe çaldı. Balık ben geldim diyordu. Ufak ufak bir kaç oynamanın sonunda, sert bir kafa darbesi ile kamış yerinden oynadı. Aynı anda ben de tasmayı vurdum. Oltayı bir iki tur çevirmiştim ki, misinanın takıldığını hissettim. Bu esnada balık da basıyordu. Bir anda olta boşaldı. Yine kaçırmıştım. Üzülmeye fırsat bulamadan oltanın hala gergin olduğunu hissettim. Gezer kurşunlu takımda muhtemelen kurşun bir taşın arasına sıkışmış, balık da basınca kurşun sıkıştığı yerden kurtulmuştu. Aklımdaki en yüksek ihtimal bunun bir mığrı oluşuydu. Zira daha önceki deneyimlerimi kime anlatsam oltayı koparma tarzından bunun bir mığrı olabileceği ihtimali üzerinde duruyordu. Kullandığım makine ilk defa kullandığım eski bir makineydi. Kalama ayarının arkada olduğunu av esnasında farkettim. Bu pek alışık olduğum bir durum değildi. Gecenin karanlığında oltanın ucunda balık varken kalama ayarı arayacak halim yoktu. Biraz şansıma güvenip makineye kuvvet balığı karaya aldım. Karanlıkta balığın beyaz karnı parlıyordu. Orta boy bir mığrı diye geçirdim içimden. Ancak kafa lambamı açınca bunun bir levrek olduğunu farkettim.

Demek ki, bugüne kadar vuranlar mığrı değildi diye geçirdim içimden. Sonraki günlerde karaya çıkardığım iki mığrı, sağolsunlar, bu tahminimi çürüttüler.

Diğer iki ispendeği ise yine sübyeli takımla, biri gece, biri de havanın fırtınalı olduğu bir öğleden sonra aldım. Lidakiler de aynı şekilde sabaha karşı sübyeli takıma geldi.

Yemli avlarım özetle bu şekildeydi. Gelelim sahte ile yaptığım avlara. Kiloluk bir turna harici sahte ile yaptığım avlarda başarısız oldum. Turnayı ise akşam üstü küçük bir mendireğin üstünden aldım.

Almasına aldım da, balığı sudan çıkarmak bir hayli sıkıntılı oldu. Avlandığım mendireğin taşları üstü düz ve üstünde durmaya izin vermeyecek derecede dik açıyla suya iniyordu. Balık çok büyük olmasa da kiloluk balığı spin kamışla o kadar geriden kaldırmak çok büyük ihtimalle balığın kaybı anlamına gelecekti. Bu durumlarda yakaladığınız balığı önünüze kadar getirip sadece kafasını sudan keserek iyice hareketsiz duruma getirin. Balık birkaç hamle yapacak olsa da, kafası suyun dışında olacağından oksijensiz kalıp güçten çabuk düşecektir. Bundan sonra balığı yavaşça alabileceğiniz bir noktaya doğru sürükleyin. Eğer alabileceğiniz hiçbir nokta yoksa, bu süreyi biraz daha uzun tutup, balığın hareketsiz kaldığından emin olun ve yavaşça, mümkün olduğunca zeminden destek alarak kaldırın. Ben kamışı arkadaşıma vererek, denize düşme riskini alıp taşlardan aşağı indim ve balığı kepçeledim. Elbette bu dediğim levrek, turna gibi çabuk yorulan hareketten ziyade gücüyle mücadele eden balıklar için geçerli. Su üstü yapan, kendini oradan oraya vuran bir lüfer, kofana için bu taktiğin işe yarayacağını pek düşünemiyorum.

Önceki zamanlarda da, sahteyle verimsiz avlarım olmuştu ancak hiç bu seferki gibi canım sıkılmamıştı. Daha önceki avlarımda balık mutlaka sabahları oynaklar yapar, sahteyi takip eder, bir şekilde vücuduma adrenalin salgılatırdı. Ancak bu gittiğimde deniz ölü gibiydi. Tek bir gün hariç… Bayramın üçüncü günü havanın bozacağını meteoroloji siteleri günler öncesinden haber veriyordu. Ancak tüm sitelerin tahmini havanın keşişlemeden, yani bulunduğum yer için karadan eseceği anlamına geliyordu. Bu da zaten verimsiz olan avlağın özellikle levrek yönünden iyice verimsizleşeceği anlamına geliyordu. Öyle ki, sabah uyanıp balığa gidip gitmemekte dahi tereddüt ettim. Sonradan hiç değilse turnayı bakarım diyerek yola koyuldum ve genellikle iyi turna aldığım bir avlağa gittim. Burada tek bir vuruş dahi alamadım. Ancak denizin dalgalı olması kafamda soru işareti yarattı. Normalde keşişleme havada deniz ütülenmiş gibi dümdüz olurdu. Avlakta anlamsız yere oyalandıktan sonra eve dönmek için yola çıktım. Ancak yolda içimden bir ses her zaman avlandığım levrek merasına bakmamı söyledi. Bu his o kadar güçlüydü ki, tam direksiyonu eve kıracakken vazgeçip sahile indim. Saat 10’a yaklaşıyordu. Sabah suyu çoktan bitmiş denebilirdi. Denize yaklaşırken gelen dalga seslerini duyunca irkildim. Bu hava keşişleme değildi, kesinlikle batılı havaydı, ve avlandığım liman içini kolay kolay rastlanmayacak derecede güzel karıştırmıştı. Balığın yapacağı tek günü saçmasapan bir merada oyalanarak harcamıştım. Moral bozukluğu yaşasam da içimde bir ümitle su üstü sahtemi suyla buluşturdum. Fırtına misinayı şişirerek sahteyi atmayı oldukça zor bir hale getiriyordu.Birkaç deneme sonunda sahteyi istediğim bölgeye düşürebilmeyi başardım. Sahte şişen misinanın etkisiyle denizin üstünde sörf yaparken ne zamandır hasret kaldığım o vuruş geldi. Sakindim, balığı kontrol altına aldım. Ama o gün beni oraya getiren ve ne hikmetse susmak bilmeyen iç sesim balığı kaçıracağımı söyledim. Birkaç saniye sonra balık oltadan kurtulmuştu. Sahteyi çektiğimde balığı üçlü iğnelerden birini kırdığını gördüm. Yine üşengeçliğimin cezasını çekmiştim. Yine de moralimi bozmadan atışlarıma devam ettim. Yine oltamı istediğim bölgeye düşürebildiğim anda aynı şekilde ikinci balık sahteye bindi, ancak iğneler ağzına geçmedi. Bundan on dakika sonra aldığım üçüncü vuruşun sonucu ise çok daha trajikti. Balık, yine misina boştayken vurdu. Ben misinanın boşluğunu alırken, balık da boşluktan faydalanıp iyice hızlanmış olsa gerek, misina gerildiği anda binen aşırı yükten olta örgü ile FC leader’ın birleştiği düğümden ayrıldı. Ayrıldı diyorum çünkü misina düğüm yerinden mi koptu, veya ip misina düğümden mi sıyrıldı emin değilim. Maalesef ip misinalarda düğümlere ilave özen göstermek gerekiyor. Siz düğüm attığınızı sanarken o düğüm biraz fazla kuvvette yerinden sıyrılabiliyor. Bu nedenle ip misinayı bağladıktan sonra elinizin biraz acıması pahasına fazlaca kuvvet uygulamanızı ve misinanın kayıp kaymadığını görmenizi tavsiye ederim. Diğer bir önlem de misinanın düğümden artık kalan çapak kısmını biraz uzunca bırakıp olası kaymalarda bir parça da olsa tolerans payı bırakabilirsiniz. Ama bunun da ip misinanızda sık sık dolaşmalara neden olabileceğini aklınızda bulundurun. Velhasıl, ben o gün levrekler karşısında ciddi bir hezimete uğrayarak 3-0 yenildim. Avlaktan ayrılırken denizdeki levreklerin oltamı elime verip, hadi bu işi öğren de gel dediklerini hissediyordum. Öğleden sonra moralimi toplamaya çalışarak yine aynı avlağa gittim. Gittiğimde rüzgar kuzeye dönmüş ve deniz sakinleşmişti. At-çek ile bir şey alamayacağımı biliyordum. Ben de bunun üzerine yemli oltamı attım, ve yukarıda bahsettiğim ispendeği aldım.

Tuttuğum ve kaçırdığım balıklar bir yana, belki de bu 9 günde deniz ve balıkçılık hayatımdaki en unutulmaz iki anı yaşadım. Bunlardan birisi, havanın tekneyle denize açılmama müsade ettiği iki günden ilkinde gerçekleşti. Sabah kıyıdan tuttuğum canlı zargana ile 2 mil açığımızdaki adanın Yunan tarafına bakan banko taşlarında uzun oltaya dolaşıyordum. Güneş ufuk çizgisine değdiğinde ben de artık dönüşe geçmiştim. Son defa 30 metrelerden 1 metreye çıkan bankonun önünden geçtim. Bu esnada oltam ağırlaştı ve boşaldı. Çok büyük ihtimalle taşa takılmış ve kurtulmuştu. Bunun üzerine ben de istem dışı bir şekilde arkama dönüp baktım. Yaklaşık 20 metre kadar gerimde suyun üzerinde bir kayanın olduğunu farkettim. Ama buradan daha öncede birkaç defa geçmiş, hiçbirinde suyun bu kadar üzerinde duran bir kaya görmemiştim. Derken kaya olduğunu sandığım nesne hareket etti. Evet evet, bu kaya değildi, bir zıpkıncı olsa gerekti. Ama etrafta bot veya tekne de yoktu. Kıyıdan 2 mil açıktaki adaya nereden gelmiş olabilirdi? Ben bunları düşünürken, suyun içinden kocaman bir kafa çıktı. O an istemsizce çığlık attığımı hatırlıyorum. Bu bir Akdeniz fokuydu. O güne kadar varlığını oradan buradan duyduğum, hayatımda karşılaşmayı en çok istediğim, dünyanın en nadir hayvanlarından biriydi. 2 metrenin üstündeki boyu, ve cüssesi bunun yetişkin bir erkek olduğunu gösteriyordu. Hemen çantamdaki fotograf makineme davrandım. Ancak hayvan benim kendimi tutamayıp bağırmamdan korkmuş olacak, denize dalmıştı. Uzunca bir süre elimde fotograf makinesiyle çıkmasını bekledim ancak çıkmadı. Bu anı her ne kadar fotograflayamamış olsam da, yaşamış olmak bile benim için müthiş bir deneyimdi.

İkinci unutulmayacak anım ise, turnayı aldığım andan yaklaşık bir saat sonra gerçekleşti. Av arkadaşımla birlikte, oltalarımızı sübyeyle yemlemiş bekliyorduk. Bahsettiğim gibi bulunduğumuz yer küçük bir mendirekti, ve biz bu mendireğin iç kısmındaki betondan oltalarımızı denizle buluşturmuştuk. Akşamdan bu yana oltalar ciddi bir vuruş olmamıştı. İşin kötü tarafı deniz çıyanları yemlerimize dadanıyordu. Bu canlı yeminize bir kez dadandığında yemin üzerinde yakıcı tüycüklerini bırakır. Ondan sonra yemin üzerinden düşse bile hiçbir balık gelip de o yemi kolay kolay yemez. Bunun için sürekli yeminizi yakından kontrol etmeniz, eğer üzerinde çiyanın tüycüklerini görüyorsanız, yemi değiştirmeniz gerekir. Biz de çıyanlarla uğraşıp yem değiştirmekten usanmıştık. Kendimize avı bitirmek için bir 5-10 dakika daha vakit veriyorduk. Tam bu esnada, benim oltam üzerine dayamış olduğum şezlongtan kayıp yürümeye başladı. Hemen durumu farkedip oltanın başına koştum. Oltayı zaptettim ancak oltanın ucu koyun iç tarafına doğru gidiyordu. Bir yandan misinanın doğrultusunda koşup, diğer yandan misinanın boşluğunu topluyordum. Aklımda bunun çok iri bir levrek veya çupra olacağı fikri vardı. Artık oltanın ucundaki balığın ne olduğunu görmeye çok yaklaşmıştım. Balık kıyıya tamamen paralel yüzmüştü. Bulunduğum yerden en fazla 2-3 metre açıkta olabilirdi. Deniz, koyun bitimindeki projektör sayesinde bir hayli aydınlıktı. Ve nihayet onu görmüştüm. İri bir balık bekliyordum, ama gördüğüm manzara kanımı dondurmuştu. Oltanın ucundaki bir balık değil, adeta bir uçan halıydı. Hayatımda daha öncesi hiç böyle büyük bir vatoz görmemiştim. Aslına bakarsak, bu kazık kuyruk dediğimiz, Savaş arkadaşımın birkaç sene evvel Antalya’da yakaladığı bir vatoz türüydü. Bulunduğum dehşet içinde arkadaşımın koşup gelmesi için seslendim. Aklımda balığı nasıl karaya çıkarabileceğim vardı, ama hiçbir yol mümkün görünmüyordu. 0,26’lık misina ile böyle iri bir hayvan karşısında direnmek bile soru işaretiydi. Ben bunları düşünürken, arkadaşım elinde kepçeyle yanıma geldi. Elinde kepçeyi görünce “Kafasına sapıyla vura vura mı kıyıya almayı düşünüyorsun” diye takıldım kendisine. O balığa karşı elindeki kepçe bir yandan oldukça gülünç duruyordu, bir yandan da çaresizliğimizi gösteriyordu. Aramızda ne yapalım, ne edelim derken balık bir yandan bizi de koyun içinde sahibini sürükleyen köpekler gibi gezdiriyordu. Bu durum çok uzun sürmedi. Kısa bir süre sonra, misina boşa çıktı. Balık bir şekilde iğneden kurtulmuştu. Belki de iğneye hiç yakalanmamış, kanat genişliğinden dolayı oltanın misinasına dolaşmıştı. Benim de kurtulduğuna pek üzüldüğüm söylenemezdi. Her ne kadar bu devasa balığı karaya çıkartıp bir hatıra fotografı çektirmeyi istesem de, avcılık değeri olmaması nedeniyle kendimi çok da bir şey kaçırmış hissetmiyordum. O anı yaşamak bana yeterdi. Dediğim gibi, keşke denizdeyken bile olsa bir fotografını çekebilseydim, ama kısmet değilmiş. Zaten onun yerine de temsili olarak kullanabileceğim Savaş dostumun 2010 yılında yakalamış olduğu hemen hemen aynı boydaki kazık kuyruğun resmini kullanabilirim.

Gymnura altavela (Savaş Dursun / Antalya 2010)

Balık olarak oldukça kesat, ancak anı olarak bende uzun yıllara unutamayacağım bir tatili geride bırakırken, hemen ertesi hafta başlayacak 4 günlük bir Bodrum serüveninin de planlarını kurmaya başlamıştım bile. Her ne kadar genel balık durumu iç açıcı olmasa da, içimdeki balık tutma hevesi her zaman aynıydı. Denizin en kısır dönemlerde bile insanı neler ile karşılaştırabileceğini tahmin etmek mümkün değildi. İçimdeki balık ve deniz sevdasının temeli de zaten buydu.

Bitirirken kısa not: Sanırım bu yazının kendisi, yazının başında özeleştiri yaptığım, başladığım işi bitirememe problemimin kaynağını gösteriyor. Yine bu sefer kısa olacak diye kendi kendime söz verdiğim bir yazıyı, romana dönüşmeden zor bitirdim. Kısa not dedim, bu bile kısa olmadı.

Doğal Çiftlik Levrekleri…

2013 Eylül ayında da geçtiğimiz sene olduğu gibi kıyıdan at-çek yöntemiyle Samsun’da keyifli lüfer avları yapma fırsatı buldum. Geçtiğimiz sene yaptığım at-çek avlarının çoğunda yakaladığım lüferlerin yanında çokça çinakop ve sarıkanat da olurdu. Geçen seneden farklı olarak bu sene kıyıdan yakaladığım lüferlerin sayısında artış, çinakop ve sarıkanatların sayısında ise düşüş yaşandı. Böylesi daha iyi oldu doğrusu. Ekim ayının gelmesiyle birlikte ise kıyıdan yakaladığım lüfer miktarı azaldı. Balığın yoğun olduğu dönemlerde her avda 5-6 lüferi kandırırken, Ekim ayının başlarında gittiğim avlardan ya tek lüferle ya da boş kovayla dönmeye başladım. Lüferin yokluğunda oyalanacak sarıkanat da olmayınca, her sabah 05:00’da yataktan kalkmamı sağlayan şevk ve heyecanımı kaybettim. Çok şükür ki bu dönemde yaptığım sabah avlarında oltama takılan birkaç lüfer ve 1.5 kg’lik bir levrek ile teselli buldum.

Kıyıdan at-çek ile lüfer avı keyif vermemeye başlayınca başka balıkların arayışı içine girdim. Aklıma ilk olarak avcılığından ve yemesinden en çok keyif aldığım balık olan tatlısu levreği geldi. Geçtiğimiz senelerde 20-40 g’lık jiglerle trofe boylarda tatlısu levrekleri yakaladığım, Amasya il sınırları içinde bulunan bir baraj gölünde denemeyi düşündüm. Bu göl ile evimin arasındaki mesafe 100 km. Tatlısu levreği avcılığını çok sevdiğim için daha önce bu yolu defalarca kere gitmiştim. Ama onca yolu tek başıma gidip, yalnız av yapmak istemediğim için av arkadaşı aramaya başladım. Teklifimi ilk olarak Özkan abiye yapmaya karar verdim. Özkan abiyi telefonla aradığımda daha teklifimi yapmaya fırsat bile bulamadan heyecanlı bir şekilde anlatmaya başladı: “Savaş, Yakakent’ten geliyoruz. Ben hayatımda böyle bir şey görmedim. Çapariyle levreği boğduk. Her atışta en az üçlü levrek çektik. Altılı çektiğimiz bile oldu. Balık tutmaktan yorulup avı bıraktık. Biz dönerken hala balık vuruyordu.” Özkan abi nefes almadan anlatırken ben de bulduğum boşluklarda aklıma gelen bütün soruları sormaya çalışıyordum: ” Tam olarak nerede aldınız balıkları? Balıklar açıkta mı vurdu, kıyı da mı? Balıkların boyları yaklaşık ne kadar? Nasıl bir çapari kullandınız?

Özkan abinin balıkları yakaladığı yer, Yakakent’te kıyıdan 1 mil mesafede bulunan levrek çiftliklerinin tam karşısına denk gelen kıyı şeridiydi. Balık boylarının standart ve porsiyonluk olmasına bakılırsa yakın zamanda çiftlik patlamış olma olasılığı yüksekti. Anlatılanlar doğruysa bu avın avcılık yönünden pek bir değeri yoktu. Hiç bir doğa tecrübesi ve avlanma yeteneği olmayan çiftlik kaçkını levrekleri çapariyle üçer beşer yakalamanın övünülecek bir yanı da yoktu. Ama ne olursa olsun, insanın ömründe belki de bir defa meydana gelebilecek böyle bir olayı tecrübe etme isteğim Amasya’da tutacağım trofe tatlısu levreği hayallerimin önüne geçti. Özkan abiyle ertesi sabah da aynı yerde olta atmak üzere sözleştik.

Ertesi sabah 04:30’da Özkan abi ve benim gibi Özkan abinin anlattıklarının heyecanına kapılan Temel abi ile buluşup Yakakent’e doğru yola koyulduk. Yakakent’e varmadan yol üzerinde açık bulduğumuz, sabah namazı için uyanmış olan bir hacı amcanın dükkanında bayat simit, peynir, zeytin ve çaydan oluşan kahvaltımızı yaptıktan sonra yola devam ettik. Hava aydınlanmak üzereyken vardığımız merada öncelikle lüfer ve iri levrek umuduyla, çeşitli sahte yemler ve kaşıklarla at-çek yaptığımız halde 3 kişi yarım saat içinde sadece 2 sarıkanat yakalayabildik. Lüfer ve iri levrekten beklediğimizi bulamayınca levrek çaparisi yapacağımız meraya geçip takımlarımızı hazırlamaya başladık. Özkan abi ve Temel abi hazır çaparilerini açarken ben de hazırda bulunan 0.28 mm’lik çapari kösteklerini 0.30 mm’lik beden misinası üzerine dizmeye başladım. Beden üzerine 4. kösteği bağladığım sırada meraya bizden önce gelen balıkçılardan birinin sudan zorlana zorlana bir şeyler çıkarmaya çalıştığını fark ettim. Başımı uğraştığım işten kaldırıp baktığımda yanımdaki balıkçının iki büklüm olmuş kamışının ucundaki 8 levreği görünce şaşkınlıktan ne yapacağımı bilemedim. Ağırlıkları 300-600 g arasında değişen 8 levreğin çaparinin ucunda salkım gibi dizildiğini görünce heyecandan diğer köstekleri bağlamayı bırakıp acele bir şekilde hazırladığım takımı denize salladım. 25 m kadar salladığım çapariyi hiç aksiyon yaptırmadan ağır ağır sarmaya başladım. Takım 10 m önümdeki kayaların bitti sığlık alana geldiğinde ağırlaştı. Makinenin kolunu bir kaç tur bile çeviremeden oltanın ucundaki ağırlık ve patırtı iyice artınca daha fazla saramaz oldum. Takımı çok sığ ve kayalık olan dibe taktırmamak için kamışın ucunu yukarı kaldırıp ardından aşağı indirirken misinanın boşunu alarak çekmeye başladım. Biraz çektikten sonra her biri bir tarafa yüzmeye çalışan 4 levreği suyun yüzeyinde gördüm. Aynı taktikle çekmeye devam ederek önüme kadar gelen levrekleri kamışımın ucu iki büklüm olmuş şekilde kaldırıp dışarı aldım. Oltamın ucundaki tüm kancalar dolmuştu. Önümüzde gerçekten çok kalabalık bir sürü olmalıydı. Porsiyonluk boydaki levrekleri kovaya atıp bu büyük olayın tadını çıkartmak için vakit kaybetmeden oltamı tekrar salladım.

Özkan abi, Temel abi ve ben peşimiz sıra çaparilerimizin kancaları salkım saçak dolu halde levrek çektik. Levrekler istavrit gibi çapariye doluyordu. Bunca yıllık balıkçılık hayatımda daha önce böyle bir şeyi ne görmüş ne de duymuştum. Limit üstü olmasına rağmen oltamıza vuran balıklardan çoğunu geri salıp sadece en irilerini alıkoyuyorduk. Bu hareketimizle meradaki bazı balıkçılara örnek olduysak da bazıları ayırt etmeksizin oltalarına vuran tüm balıkları kovaya doldurmaya devam etti. Bölgenin yerli balıkçılarının anlattığına göre birkaç gün önceki fırtınada açıktaki levrek havuzlarından 2 tanesi patladığı için binlerce balık denize kaçmıştı. Bazı balıkçılar denize kum serpiştirip yemleme taklidi yaparak çiftlik kaçkını levrekleri toplamaya çalıştı. Gün boyu aralıklarla balık devam etti. Kayalık boyunca sıralanmış olan balıkçıların yakaladığı balıklara göre sürünün nerede olduğunu kolaylıkla anlayabiliyorduk. Saatler ilerledikçe balıkçıların kovaları tıka basa doldu. Kiminin yedek kovası vardı, kimi kovadan taşan balıkları poşetlere doldurdu, kimi yerlere attı, kimi de balıkları solungaç ve ağızlarından geçirdiği ağaç dallarına dizdi.

Bir müddet çapariyle levrek yakalamanın zevkini aldıktan sonra daha eğlenceli olduğunu düşündüğüm yöntemlerle denemeye karar verdim. Yanımda getirdiğim LRF takımımın ucuna taktığım çok hafif jigler ve silikon yemlerle denemeler yaptım. Bu avda daha önce deneme şansı bulamadığım LRF sahtelerimin bir çoğunu çalıştırma ve 3-12 g atarlı çok esnek bir kamış kullanarak yarım kiloluk levreklerle mücadele etme fırsatı da buldum.

Ava devam ederken, böyle bir avın tarihi bir değere sahip olduğu ve mutlaka fotoğraflamam gerektiği düşüncesine kapılıp avın başında çektiğimiz salkım saçak levreklerin fotoğrafını çekmediğim için pişmanlık duydum. Neyse ki av tüm hızıyla devam ediyordu. Sürünün geldiği bir ara Özkan abinin çaparisi tekrar balıkla doldu. Spin kamışının ucu şekilden şekile girerken tulum giyiyor olmasının avantajıyla dalgalara aldırış etmeden denize girdi. Aynı anda Temel abinin de çaparisi balıkla dolduğu halde olta atmak yerine fotoğraf çekme işine koyuldum. Özkan abinin dalgaların arasında mücadele edişini, çaparisini dolduran 6 levreği denizden çıkarmaya çalışırken düştüğü halleri ve Temel abinin oltasının ucundaki 7 levreği dışarı almasına yardım edişini kare kare fotoğraflayarak nadir gerçekleşen bu avın en özel anlarını ölümsüzleştirdim.

Her biri farklı yana yüzmeye çalışan 7 levreği dışarı almak gerçekten fiziki kondisyon gerektiren bir iş. Gün boyu çaparilerimizi dolduran levreklerle mücadele etmekten hepimiz perişan olduk. Zarar vermeden kancadan çıkardıktan sonra denize attığımız balıkların jilet gibi keskin yanak ve yüzgeçlerine maruz kalan ellerimiz kan revan içinde kaldı. Yakaladığımız onlarca levreğin arasından seçtiğimiz en iri balıklarla limitler dahilinde kovalarımızı doldurup erken saatte avı sonlandırdık. Böyle bir ava daha önce şahit olanınız var mı bilmem ama ben ve arkadaşlarım daha önce ne görmüş ne de duymuştuk. Avcılık açısından çok fazla bir değeri olmasa da bizim için yıllar sonra bile konuşacağımız farklı bir tecrübe oldu. Sonraki günlerde hiç birimiz çapariyle çiftlik kaçkını levrek peşinde koşmadık. Kim bilir belki yıllar sonra doğada hayatta kalmayı başaran birkaç tanesiyle tekrar karşılaşırız. O gün geldiğinde iyi olan kazansın…

Sabrın Sonu Selamet

Her mesleğin normalden daha yoğun ve tempolu olduğu dönemler vardır. Bu dönemler bizim için hem fiziksel hem de zihinsel açıdan yorucu geçebilir. Yoğun dönemin başında aşırı yorgunluk hisseden bedenimiz zamanla bu tempoya alışır ve nihayet yoğunluk bittiğinde hem zihnimiz hem de bedenimiz dinlenmeye geçer. Sıradan insanlar için durum böyledir. Ama bu dönem lüfer mevsimiyle çakışırsa, lüfer aşığı bir balık tutkunu için tam bir işkenceye dönüşebilir. İşte ben de böyle bir dönemden geçtim. 30 ağustos akşamı Samsun’da yakaladığım sezonun ilk lüferlerinden sonra meslek hayatımda 2 eylülden 20 eylüle kadar sürecek olan çok yoğun ve yorucu bir döneme girdim. 3 hafta boyunca tek bir gün bile izin yapmadan uzun ve yorucu mesailer geçirdim. Bu süre zarfında olta atmak için ne sabah suyuna enerji ne de akşam suyuna vakit bulabildim.

Orta Karadeniz’de lüfer sezonunun en bereketli geçtiği günlerde olta atamamak ister istemez kafamı meşgul etse de bu durumun benim için işkenceye dönüşmesine izin vermedim. Sonuçta balık tutmak keyif işidir. Ne zaman ki bir tutku keyif olmaktan çıkıp kişiye zarar vermeye başlarsa, o zaman onun adına tutku değil, takıntı ya da hastalık denir. Balık tutma sevdasına işini gücünü aksatan, ailesini ihmal eden, sağlığını riske atan biri için bu tutku hastalığa dönüşmüş demektir. İçimizdeki balık tutma arzusu hiç bir zaman sönmeyecek olsa da en azından bazı dönemlerde bu arzuyu dizginleyebilmek gerekir. Benim de öğrencilik yıllarımda dönem dönem balık tutma sevdasına derslerimi ihmal ettiğim olmuştu. Rahmetli babam hep durumu zamanında fark edip müdahale etmiş, hatta bazı dönemler balık tutmamı tamamen yasaklamıştı. O zamanlar içimden babama kızardım. Sonradan farkına vardım ki, bugün gönlümce balık tutabiliyor olmamı babama borçluyum. Demek istediğim şu ki; hiç bir balığı gözümüzde fazla büyütüp takıntı haline dönüştürmemeliyiz. Bugün olmazsa yarın olur, yarın olmazsa gelecek sezon olur, lüfer olmazsa başka balık olur…

2 Eylülden sonra işime konsantre olup, denizde cirit atan lüferleri çok fazla düşünmemeye çalıştım. 20 Eylüle kadar geçen süre zarfında nadiren bulabildiğim fırsatlarda yakaladığım 9 lüfer ve 1 levrek tesellim oldu. Nihayet 20 Eylül cuma günü yoğun iş tempomun sona ermesiyle birlikte hafta sonunu lüfer peşinde koşarak geçirmeye karar verdim.

21 Eylül cumartesi sabahı 05:00’da çalan telefonumun alarmıyla uyanıp pencereden dışarı baktım. Akşam başlayan yağmur hala devam ediyordu. Hem yağmur hem de yoğun geçen haftanın vermiş olduğu yorgunluk tercihimi yataktan yana kullanmama sebep oldu. Sıcacık yatağıma girip uykuma kaldığım yerden devam ettim. Saat 09:30 gibi uyandığımda yağmur etkisini azaltmıştı. Uykumu da almış olmanın rahatlığıyla balık tutma isteğim yeniden canlandı. İçimde gün boyu yorulmadan at-çek yapabilecek bir enerji hissediyordum. Kahvaltımı yaptıktan sonra kendimi ancak öğlene kadar oyalayabildim. Sonunda dayanamayarak soluğu deniz kenarında aldım.

Saat 13:00’da meraya vardığımda yağmur çiselemeye devam ediyordu. Yağmurluğumu giyip takımlarımı hazırlamaya başladım. Genelde kıyıdan at-çek ile lüfer avının bereketli olduğu saatler sabah ve akşam saatleri olmasına rağmen bazen gün boyu güzel balık alındığı olur. Öyle bir güne denk gelmiş olmayı ve atar atmaz lüferin yapışmasını umut ederek 22 g’lık favori kaşığımla at-çek yapmaya başladım. Yarım saat kadar sıkılmadan at-çek yaptıktan sonra nihayet güzel bir balık yapıştı. Çinakop olamayacak kadar kuvvetli basıyordu. Çok uzakta vuran balığı boşluk vermeden çekip dışarı atmayı başardım. Tahmin ettiğim gibi güzel bir lüferdi. Öğlen saatleri olmasına rağmen yakaladığım lüferle ümitlenip vakit kaybetmeden at-çek yapmaya devam ettim. Uzun süre tek bir vuruş bile alamadan aralıklarla at-çek yaptım. Umudum akşam suyuna kalmıştı. Nihayet saat 17:30 gibi bir lüfer daha yapıştı. Günün ikinci lüferini de kovaya atmayı başardım. O dakikadan sonra kıyıya güzel bir sürü inmiş olacak ki peş peşe vuruşlar aldım. Uzun süredir güzel bir lüfer avının hayalini kurduğumdan yakaladığım balıklardan sonra zaman kaybetmemeye çalışarak atıp çekmeye devam ettim. 1 saatin sonunda kovamda 5 tane lüfer olmuştu. Kaçırdığım bir kaç lüfer ve saldığım çinakopları da düşürsek çok hareketli ve keyifli bir av geçirdim. Yoğun iş temposunun, olta atmadan geçen günlerin ve tüm sıkıntıların ardından benim için ilaç gibi av oldu.

22 Eylül sabahı uyanır uyanmaz pencereden sokak lambasının aydınlattığı caddeye baktım. Yerler kuru, ağaçların yaprakları kıpırtısızdı. Şehir sakin bir sonbahar sabahına hazırlanıyordu. İnsanların uyanıp hayatın temposuna karışmasından saatler önce uyanmamın tek bir sebebi vardı. Balık sevdası… İşte bu sevda yüzünden sıcacık yatağıma geri dönmek yerine çabucak elbiselerimi giyip çantamı hazırladığım gibi deniz kenarına koştum. Meraya vardığımda havada hiç bir aydınlanma emaresi yoktu. Gecenin karanlığında oltamın ucunda hazır bulunan klipsin ucuna taktığım beyaz renkli bir sahteyle at-çek yapmaya koyuldum. Havanın yavaş yavaş ağarmasıyla birlikte kıyının hemen dibinde oynaklar belirmeye başladı. Oynakların olduğu tarafa doğru kıyıya paralel salladığım sahte yemi kah düz çekerek kah yaralı balık aksiyonu yaptırarak avcı balıkları kandırmaya çalıştım. Bir kaç başarısız denemeden sonra tam sahte balığı sudan çıkaracağım sırada sağlam bir vuruş aldım. Hemen önümde ve tamamen yüzeyde vuran balığı makine kullanmaya bile gerek duymadan tek hamlede kaldırıp arkama attım. Sahte balığın bir kancası ağzına bir kancası da solungaç kapağına saplanan balığı çabucak kancalardan kurtarıp at-çek yapmaya devam ettim.

Yüzeyindeki hareketlilik yaklaşık 5 dakika sürdükten sonra deniz yine eski sakin ve hareketsiz haline büründü. Hava aydınlanıp berrak ve sığ suyun dibi görünür olmaya başlayınca oltamın ucundaki sahte balığı atış mesafesi bakımından daha üstün olan kaşıkla değiştirdim. Yaklaşık 70-80 metrelere gönderdiğim kaşığımla bir kaç atış sonra sağlam bir vuruş aldım. Çok uzakta vuran balığın suyun dışına vurmaması için kamışın ucunu olabildiğince suya sokup boşluk vermeden sarmaya başladım. Yarı yolda kıyıya doğru yüzmeye başlayan balık kıyıya 5 m kala yön değiştirip tekrar basmaya başladı. O esnada suyun dışına vurup müthiş bir hızla vücudunu silkeledi. Kancayı ağzından atacak diye yüreğim ağzıma gelse de lüferin en etkili kurtulma taktiği işe yaramamıştı. Balık hala kancanın ucundaydı. Makineyi bir kaç tur daha sarıp balığı arkama fırlattım. İkinci balıktan sonra yarım saat içinde 4 balık daha aldım. Her vuruşta lüfer diye sevindiysem de gelenlerin hepsi çinakoptu. Kaşığın üçlü kancasının tamamını yuttuğu için ölümcül yara alan bir tanesi hariç diğer çinakopları geri saldım. Son balıktan sonra bir süre daha olta sallayıp başka vuruş alamayınca avı sonlandırdım.

Saat 07:30 gibi döndüğüm sabah suyundan sonra evimde istirahate çekilip akşam suyu vaktinin gelmesini bekledim. Bir akşam önce yakaladığım 5 lüferden sonra akşam suyunda güzel balık yapacağına olan inancım artmıştı. Saat 16:30 gibi meraya vardığımda bir önceki akşam balıkların tamamını aldığım kaşıkla denemeye başladım. Her an balık vuracakmış gibi bütün dikkatimi oltaya vererek atıp çektim. Durduğum kayanın üzerinden farklı sektörlere doğru çok uzun atışlar gerçekleştirdim. Saat 17:30’a doğru heyecanım daha da arttı. “Ha vurdu, ha vuracak” diyerek atıp çekmeye devam ettim. 2 saat boyunca aralıksız atıp çektiğim halde tek bir vuruş bile alamadım.

Zaman ilerleyip havanın kararmaya başlamasıyla birlikte ümidim iyice azaldı. Saat 18:30 gibi avı sonlandırmadan önceki son atışlarımı yaparken kıyıya 3 m kala sağlam bir vuruş aldım. Bu vuruş diğerlerinden farklı bir vuruştu. At-çek yaparken lüfer vurduğunda olta ağırlaşır, levrek vurduğunda ise olta bir şeye takılmış gibi olduğu yerde mıhlanıp kalır. Bu sefer de kaşığı ısıran şey bir anlık makinemin kolunu durdurmuştu. Levrek olduğuna hiç şüphe yoktu. Lüfer olsa balığı tereddütsüz kaldırıp arkama atacağım halde bu defa sakin bir şekilde ağır ağır çekmeye başladım. Balık suyun yüzeyine çıkıp bir anlık kendisini gösterdikten sonra fişekleyip bir miktar kaloma aldı. Tahmin ettiğim kadar büyük bir balık olmasa da dikkatsiz davrandığım taktirde misinayı kayalara kestirip koparabileceğini biliyordum. Bir kaç kez fişekledikten sonra yorulan balığı gözüme kestirdiğim uygun bir yere yaklaştırıp elimle solunaçlarından kavrayarak dışarı aldım. Balık yakalayabileceğime dair ümitlerim tamamen tükenmişken gelen bu levrek avın kurtarıcısı oldu. Çocukluk yıllarımda yaşlı bir üstaddan duyduğum sözü hatırladım. “Denizle pazarlık olmaz”…

3 keyifli at-çek avı geçirdikten sonra haftasonu tatilimin sonuna geldim. Çoğu kişinin aksine benim pazartesi sendromum yoktur. Meslek aşkım ve mesleğimle doğrudan alakalı olan tutkum sayesinde her zaman işimden zevk almasını bildim. Haftasonu yeterince dinlenmiş olmanın verdiği rahatlıkla 23 Eylül pazartesi günü sabah suyunda da olta atacak enerjiyi kendimde buldum. 05:30 gibi hava henüz aydınlanmadan vardığım merada ilk olarak beyaz uzun yapılı bir sahteyle denemeye başladım. İlk 15 dakika kıpırtısız olan deniz yüzeyi havanın aydınlanmaya başlamasıyla birlikte karışmaya, sağımda, solumda, önümde, her tarafta küme küme oynaklar belirmeye başladı. Vücuduma yayılan adrenalinin etkisiyle kalp atışlarım hızlandı. Her yerde kaçışan küçük balıklar olduğundan sahte balığı rast gele sallayıp panik yapmış bir balık balık gibi aksiyon yaptırarak çekmeye başladım. Sahtem iki sefer oynakların arasından boş geçtikten sonra üçüncü atışta vuruş geldi. Çok yakında vuran lüferi zorlanmadan çekip kovaya attıktan sonra oltayı vakit kaybetmeden tekrar salladım. İlk balığı aldıktan bir kaç dakika sonra bir lüfer daha aldım. İkinci balıktan sonra oynaklar kayboldu. Sahte balıkla bir kaç boş atış gerçekleştirdikten sonra kaşığa dönme vaktimin geldiğini anladım. Sabahın ilk ışıklarıyla kıyıya baskın düzenleyen lüfer sürüsü belli ki açığa çekilmişti. 22 g’lık kaşığımı takınca atış mesafem 2.5 katına çıktı. 15 dk içinde 50 m’den daha uzak mesafelerde 5 vuruş daha aldım. Kaşıkla aldığım vuruşlardan yarı yolda kurtulan bir tanesi hariç 4 tanesini kovaya atmayı başardım. Avın sonunda kovamda 6 lüfer yatıyordu. Saat 7 gibi avı sonlandırıp temizlik ve mesai hazırlıklarımı yapmak üzere evimin yolunu tuttum.

Haftalar süren yoğun ve yorucu iş temposuyla boğuşurken çok nadir olta atabilmiş, başkalarının yaptığı avları sosyal paylaşım sitelerinden seyretmekle yetinmiştim. Bir gün olsun yaptığım işe isyan edip, başkalarının tutmuş olduğu balıkları kıskanmadım. Çünkü biliyordum ki herkesin içinde bulunduğu imkan ve şartlar farklı. O bugün tutar, sen yarın tutarsın. Ya da o sinarit tutar, sen lüfer tutarsın. Sabırla bekleyip sonunda mükafatımı aldım. Benden çok daha bereketli avlar yapanlar oldu. Olsun. Benim yaşadığım heyecan bana yeter. Ekim ayının başından itibaren lüfer yavaş yavaş batı Karadeniz’e sonra da boğaza kaymaya başlayacak. Bugün bizim tuttuğumuz lüferleri seyredenler yarın kendileri avlayacak. Lüfer Orta Karadeniz’den tamamen göçtüğünde ben de başka balıklara yöneleceğim. Şimdilik aklımda bir şeyler var. Bekleyip görelim…

Açlık Oyunları – İkinci Perde

Bodrum’da avlanmaya başladığımdan bu yana ilk defa böylesine verimli bir av serüveni geçirmiştim. Daha iki hafta öncesine kadar tuttuğum levreklerin sayısı bir elin parmaklarını geçmezken, bu on günlük süre içinde bunun iki katından daha fazla sayıda balığı sudan çıkarma şansına erişmiştim. Bu benim için uyanmak istemediğim bir rüya gibiydi. Ama her rüyanın sonunda olduğu gibi uyanmak, gerçek hayata dönüp hayatın sevimsiz oyunlarıyla mücadele etmek gerekiyordu. Aynı şekilde, askerlik dönüşü benim de yapmam gereken işler vardı. Ev tutulacak, eşya alınacak, eve yerleşilecek, elektriği, doğalgazı, suyu bağlanacak ve daha bir sürü angaryayla mücadele edilecekti. Bu işlerin kaç günümü alacağı, işe geri dönmeden tekrar bir rüyaya yatıp yatamayacağım soru işaretiydi. Nitekim bazı işler yolunda gitti, bazıları gitmedi derken işin başlamasına son bir hafta “benden bu kadar” diyerek kendimi yeniden Bodrum’a attım.

(Blogu takip edenler, bu anlattıklarımı ve Bodrum’a gidişimi takip eden ilk günün av hikayesini biliyorlardır. Bu nedenle bu yazımda bunları tekrarlamayacağım. Eğer daha önce okumadıysanız veya zihninizi tazelemek istiyorsanız 22 Mart tarihinde kaleme aldığım Yeniden Başlayabilmek isimli yazımdan bu kısımları okuyabilirsiniz.)

İlk günün sabahını maceralı bir şekilde geride bıraktıktan sonra akşam tekrar sahile indim. Sabahki hareketlilikten elbette eser yoktu ama ben yine de tek balığı kandırarak eve dönmeyi başardım.

İkinci gün kuvvetli karayel yine iş başındaydı. Denizin kenarında güçlükle durarak ilk atışımı yaptım. Sahte suya değer değmez, ip misinanın uçurtma etkisi göstermesiyle suda sörf yapmaya başlamıştı. Misinanın boşluğunu aldığımda oltada balık olduğunu farkettim. Balık sahteye hiçbir aksiyon vermeme gerek kalmadan kendi kendine yakalanmıştı. Balığı karaya alıp, önceki günkü akıbete uğramaması için kedilerden korunaklı bir yere yerleştirdim.

Zaman kaybetmeden sahteyi tekrar denize yolladım. Sahte yine ben oltanın boşluğunu alana kadar suyun üstünde metrelerce sörf yaptı. Bingo… Oltanın boşluğunu almamla birlikte ardı ardına kafa darbeleri ile yüzleştim. Bu seferki biraz daha azılıya benziyordu. Hatta üç dört defa uzun süreli kalamalar alınca bunun önceki gün kaçırdığım balık ebatında olabileceği aklıma geldi. Balık kıyıya geldiğinde tahmin ettiğim kadar büyük olmadığını gördüm. Mücadelesinin kalıbında bir balık değildi ama bana yaşattığı adrenalin yeterdi.

Üçüncü atışımda da yine balığı benim yerime rüzgar yakalayınca gidişattan endişe etmeye başladım. Daha oltayı üç kez atmıştım ve üçünde de benim hiçbir şey yapmama gerek kalamadan balık kendiliğinden yakalanıyordu. Senelerdir peşinde koştuğum levreği yakalamak bu kadar kolay olmamalıydı. İçimden bir ses balığın kesmesini veya nazlanmasını istiyor, diğer ses ise bu keyfin gün boyu sürmesini istiyordu. Sonuç olarak ilk sesin temennisi gerçekleşti. Dördüncü atışımdan sonra oltaya bir daha balık binmedi. Muhtemelen beslenme çılgınlığındaki bir sürüye denk gelmiş ve nasibimi almıştım.

 dı

Ertesi sabah güneşli sakin bir hava eşliğinde bolca oksijenin yanında bir de ispendek aldım. Kuzeyli rüzgar sona ermişti. Yeni ve eskisinden daha güçlü bir fırtına yoldaydı ama güneyden ve dolayısıyla bulunduğum bölge itibariyle karadan eseceği için benim işime yaramayacaktı. Oltadan umudumu kesmem beni dalışa yönlendirdi. Sabah suyunda çok ısrarcı olmayıp doğrudan eve gittim, dalış malzemelerimi kuşanıp çıktım. Zıpkın avcılığı konusunda çok tecrübeli olmamanın yanında bir türlü kıramadığım bir şanssızlığım söz konusu. Ne zaman girsem deniz adeta kuruyor. Vurmayı geçtim, seyirlik balıklarla bile karşılaşamıyorum çoğu zaman. Bu sefer denize girerken de pek beklentim yoktu. Sportif olduğunu söyleyemeyeceğim ama tek beklentim akşam levreğin yanında güzel bir ahtapot ızgara yiyebilmekti. Maalesef ahtapot benim için çok kötü bir çelişki konusu. Bir yandan bu dünyada her gün yesem sıkılmayacağım bir lezzet, diğer yanda ise deniz altında en büyük hayranlıkla izlediğim canlı… Bu ikilemin sonucunda çoğu zaman ahtapot canlı çıkıyor. Ancak bazen mideme yenik düşüp avlandığım da oluyor. O gün de öyle oldu. Paletlerimi giymek için üzerinde oturduğum taştan ayağımı suya sokmuştum ki ayağıma birden bir şeylerin dolandığını hissettim. Kısmet “ayağıma” gelmişti. Sudan geri çıkıp ahtapotu emniyete aldıktan sonra dalışa devam ettim. Dolaştığım yer genel olarak sığ ve kayalık bir bölgeydi. En derin yeri 3-4 metreye uzanıyordu. Çoğu zaman karnım taşlara sürtecek kadar sığlıklara iniyordum. Tam böyle sığlık bir alandan geçtiğim esnada kafamı kaldırmamla çupra sürüsüyle karşılaşmam bir oldu. Balıkların her biri kilo ve üzeriydi. Sakin olmaya çalışarak, içlerinden birini kestirip atışımı yaptım. O andan sonrası sanki yavaş çekim gibiydi. Artık oksijen azlığından ben mi hayal gördüm, yoksa gerçekten olaylar bu şekilde mi gelişti emin değilim ama balığın yavaş çekimde üzerine gelen şişten kafasını eğercesine bir manevrayla kurtulduğunu ardından ise benimle adeta dalga geçercesine istifini bozmadan yüzmeye devam ettiğini hatırlıyorum. Ondan sonra ne kadar bölgeyi arayıp taradıysam da bir daha o sürüyle karşılaşmadım.

Ertesi gün de planım aynıydı. Sadece bu sefer rüzgar şiddetliydi ancak o da karadan estiği için sorun teşkil etmiyordu. Yine sabahlık tek balığımı alıp eve, dalış malzemelerimi kuşanmaya gittim. Dalışa başlayalı çok olmamıştı. Sığ taşların arasından ilerlerken 10 metre ötemde kayaların arasında iri bir balığın dolaştığını gördüm. İçimden levrek olmalı diye geçirdim. Balık beni görmeden hafifçe nefes verip kendimi dibe batırdım. Dipte sürüne sürüne balığı arkasında gördüğüm taşın önüne geldim. Balık ile burun buruna gelecektim. Acele etmeden, sakin davranmalıydım. Bir anda çok yakınından çıkacağım için balığı ürkütüp kaçırabilirdim. Zıpkını göz hizama paralel tutarak yavaşça kayanın arkasından yükseldim. Balığın arkası hafiften bana dönüktü ve tam olarak zıpkının ucundaydı. Ancak beklentimin aksine bu bir levrek değil, kendi türünün irisi bir kefaldi. Tetiği düşürdüğümde ilk kez bu denli iri bir balığı zıpkınımın ipinde görüyordum. Sualtında bu sefer şansım dönmüştü. Kefali vurduktan sonra bir süre daha etrafta gezdiysem de tetik düşürmeye değecek bir canlı göremedim. Sudan çıkmaya yakın menzilime giren karagöz günün son kurbanı oldu.

Keşişlemeden esen rüzgar öğleden sonra hızını iyiden iyiye artırarak, akşam üstü fırtınaya dönüştü. Fırtına öylesine güçlüydü ki, kırılan koca ağaç dallarını yolda arabanın üzerine sürükleyerek birkaç defa küçük çaplı kaza atlamama sebep oldu. Buna rağmen, rüzgarın karadan esmesine güvenerek akşam suyunda sahile indim. Sahile vardığımda yerden kalkan kum tanecikleri fırtınanın gücüyle vücudumun açıkta kalan bölgelerine iğne gibi batıyordu.  İlk etapta amacım sığlık bölgede levrek kovalamaktı, ama her zaman atış yaptığım bölge rüzgarı karşıdan alıyordu. Bunun üzerine daha önce hiç avlanmadığım bir noktadan atışlarımı yapmaya başladım. Akşama kadar burada birkaç takip ve oltamı ziyaret eden minik bir ispendek ile oyalandım.

Hava kararırken tekrar yerimi değiştirip bu sefer daha derin suya bakan tarafta, açık denizden avlanmaya gelen canavarları yoklamaya karar verdim. Rüzgarın etkisiyle atış mesafem 70-80 metreleri buluyordu. Mesafe o kadar fazlaydı ki, neredeyse kıyıdan sırtı çekiyormuş hissi veriyordu. Havanın tamamen kararmasına yakın, kıyıdan 40-50 metre açıkta sahtem saldırıya uğradı. Kafa atışlarının şekli ve saldırının mesafesi bunun turna olduğunu işaret ediyordu. Levreğin kafa atışları daha seri iken, turna daha aralıklı biçimde kafa atar. Yine çoğu turnada görülen en belirgin özellik, kafa atışlarının ardından belli bir süre mücadeleyi bırakması, dinlendikten sonra yine kafa atışlarına başlamasıdır. Levrek ise yorulana kadar mücadeleyi bırakmaz, ama yorulduktan sonra bir daha mücadele edecek gücü de kendinde bulamaz. Buna karşın hangisinin daha mücadeleci olduğunu söylemek çok zordur. İki türün de ortam koşullarına ve balığın kendi karakterine göre kendinden beklenenden çok daha az veya çok daha fazla mücadele ettiği durumlarla karşılaşmak mümkündür.

Turnalar sürü halinde gezip avlanan balıklardır. Eğer bir tane aldıysanız, zaman kaybetmeden oltanızı tekrar suyla buluşturmaya bakın. Diğerleri de mutlaka orada, saldırmaya hazır durumdadır. Balığı karaya aldıktan sonra benim de hedefim zaman kaybetmeden tekrar oltamı atmaktı. Ama sahteyi balığın ağzından çıkarmaya çalışırken balığın her yerinin ip misinaya dolaştığını fark ettim. Kafam karışmıştı, oltam en baştan beri gerginken nasıl böyle bir şey olabilirdi? Bir yandan fırtınanın savurduğu kumlardan kendimi korumaya çalışırken, diğer yandan balığın üzerine dolaşmış ipi çözmeye çalışıyordum. Uzun müddet çabaladıktan sonra, balığın üzerindeki misinanın benim oltamdan gelmediğini farkettim. Ama kendi ip misinamı da yapısından, inceliğinden, renginden tanıyordum, bu benim misinamdı. İşin aslını çok geçmeden anladım. Önceki gün yıprandığı için oltanın bedeninden kestiğim 2 metrelik misina parçası, balığı kıyıya alırken bir şekilde vücuduna dolaşmıştı. Normalde avlandığım bölgede asla çöp, misina artığı bırakmamaya özen göstermeme rağmen, bir seferlik ihmalimin cezasını çekmiştim. Yaklaşık 15 dakika sonra oltamı tekrar attığımda sürü bölgeyi çoktan terk etmişti.

Ertesi sabah fırtına bir parça dinmiş, ancak balık namına da denizde bir şey kalmamıştı. Ne olta, ne de zıpkın denemelerimden bir sonuç elde edebildim. Ancak akşam suyunda güzel bir levreği kandırarak günü kurtarabildim. Kambur görüntüsü itibariyle tatlı su levreklerini anımsatan bu balık, benim bugüne kadar tuttuğum en yakışıklı levrekti.

Ve son gün… Neredeyse 20 günlük bir serüvenin sonuna ulaşmıştım. Son gün için dere ağzındaki meramı seçtim. Hem olta, hem zıpkın denememi burada yapacaktım. Açılışı oltada ufak sayılabilecek bir ispendekle yaptım. Balığı nedense o an salmadım, etraftan bulduğum bir leğenin içinde bir süre muhafaza ettim. Sonrasında saldığım ise balık canlı olmasına rağmen bir türlü kendine gelemedi ve alıkoymak zorunda kaldım. Anladım ki, balığı salma kararını en baştan vermek gerekiyor. Sonraya bırakılan geri iade işlemi, zaman zaman avın da heyecanıyla geç kalmış oluyor.

Oltada başka balık çıkmaması üzerine dalış elbiselerimi kuşanıp suya girdim. Çok geçmeden sığ suda taşın altında uzanan vantuzları gördüm. Hedefimde ahtapot yoktu ama vantuzların büyüklüğüne bakılırsa fena sayılmayacak bir ahtapottu. Yine midemin sesine dayanamayıp ahtapotu vicdan azabı çeke çeke avladım. Artık gözüm iyice doymuştu. Zıpkına konsantre olmaktan çok dibe yatıp etrafımda gezinen ufak balıkları izliyordum. Yine denizin renklerine daldığım bir anda, başımın üstünden geçen gölgeyi son anda fark ederek, biraz da aceleyle bir atış yaptım. Ters açıya rağmen balığı vurmuştum. Çok büyük olmasa da bu balık da vurduğum ilk levrek olarak kayıtlara geçmişti. Biraz üşümenin, biraz da amacıma ulaşmış olmanın verdiği doygunluk ile, bu kadar yeter diyerek sudan çıktım. İlklerime levrek vurarak son gün yeni bir tane daha eklemiştim.

Daha güzel bir kapanış olamaz derken akşam suyunda gelen turna da tatlının kaymağı oldu. Levreğin bol çıktığında turnanın mücadelesi, turnanın bol çıktığı zamanda ise levreğin mücadelesi nedense pek keyifli oluyor. 1 kilonun biraz üzerindeki bu balığı da heyecanlı bir mücadelenin sonunda kıyıya getirdim.

Belki hayatımda bir daha uzun seneler boyunca böylesine uzun ve verimli bir av serüveni yaşamayacak olmanın buruk mutluluğuyla İstanbul’a geri dönüyordum. Sıkıcı ve uzun bir askerlik macerası sonrasında herkesten uzakta kendi başıma geçirdiğim bu 20 gün ilaç gibi gelmişti. Artık tekrar hayatın zorluklarıyla boğuşmaya hazırdım.